Charles Dickens, romanlarında şemsiyeye tam 120 kez atıfta bulunmuş. Eski, yeni, büyük, küçük, siyah veya çok renkli; şemsiyeler, edebiyatın farklı katmanlarında anlam kazanmış ve kurmacaya çeşitli şekillerde katkıda bulunmuştur. Rankine, İngilizce edebiyatta bir şemsiye kataloğu oluşturmaktan çok daha fazlasını yaptığını fark etmeden önce, metnini bir deneme olarak görüyormuş. Ancak, farklı coğrafyalardaki yansımalar ve sosyal yaşamda şemsiyenin sembolize ettikleri devreye girince, işin doğası değişiyor. “Şemsiye olma hali” üzerine düşünerek incelemeye başlayan Rankine, iki yüz yıldan fazla bir süredir biçimini değiştirmeden var olan bir nesnenin, şemsiyenin, tabiatına nelerin sığabileceğini gözler önüne seriyor.
Şemsiyeye haşin veya yumuşak bir yaklaşım benimseyebiliriz. Dag Solstad’ın Mahcubiyet ve Haysiyet adlı eserinde, geçmişin kapılarını açan nesneler arasında yer alırken, doğrudan olmasa da farklı çağrışımların izini sürebiliriz. Bir yerde şemsiyeyi unutabiliriz; o ise öylece durur. Unutmayı hatırladığımızda, Derrida’dan alıntı yaparak farklı anlamlarını da irdeleyen Rankine, edebiyattaki şemsiyeleri incelemenin zorluğuna dikkat çekiyor. Arkadaşlarından biri uyarmasa, Madam Bovary‘deki şemsiye bahsinden haberdar olamayacağını belirtmiş, çünkü aramaları sırasında Flaubert’in eserlerinde bir kez bile karşısına çıkmamış.
Rankine’in metnini, şemsiyenin tarihine ve edebiyata mütevazı bir katkı olarak görmek de oldukça zor. Batı edebiyatının eserlerinden pek uzaklaşmasa da, kapsamlı bir araştırmanın ürünü olduğu için önemli bir değer taşıyor. Örneğin, “Seçkinlik İşaretleri” bölümünde, James Smith & Sons adlı şemsiyesi şirketinin kuruluşuna, 1830 yılına geri dönüyoruz ve şemsiyenin seçkinliğe katkısını görüyoruz. R. L. Stevenson, bir denemesinde şemsiyenin piyasaya sürüldüğü anda elitlik ve eleganslık göstergesi haline geldiğini yazmış. Gelip geçici nesneler ne kadar değersiz görünse de, bu niteliklerin değerinin zamanla değişebileceğini görüyoruz.
Günümüzde fırtınalı havalarda yol kenarlarında sıkça gördüğümüz şemsiye ölülerinin, o dönemlerde tamir edilmek üzere götürülmesi muhtemeldi; çünkü şemsiyeler az sayıda üretiliyordu. Orta sınıfın güçlenmesi ile birlikte şemsiyelere olan talep artarken, işçi sınıfına da istihdam sağlanıyordu. İnsanlar şemsiye istiyordu; bu, günümüzün otomobili gibi bir durumdu. Statü yarışlarında şemsiyeler ön plandaydı. Dickens, bir yazısında üç bin yıl önce Eski Mısır ve Asur halkının şemsiye kullandığını belirtmişti. Güneşten korunma amacı taşıyan bu eylem, zamanla farklı anlamlar kazanmıştı. Bir adam, güneşten korunmak için şemsiye açarken, hasmı ona Güneş Tanrısı’na isyan etmekle suçlayarak idam edebilirken, başka bir adam yağmuru engellemesi nedeniyle öldürülmüş. Kapalı bir alanda şemsiyenin açılmasının uğursuzluk getirdiğine dair bir inanç var; bu inancın, şemsiyeleriyle birlikte suçlanan adamlara kadar geriye gideceğini düşünüyorum. Evin içinde şemsiye açıp koşturduğum günleri hatırlıyorum, salondaki avizenin camını kırdığım için annemden yediğim tokadı düşününce, evet, buna inanabiliriz.
Hükümdarların da bu kadar şanssız olabileceği gerçeği var; kuraklığa sebep oldukları için tahttan indirilip öldürülebiliyorlardı. Sonuçta, önce ekmek, sonra hükümdar. Burma’da kadim başkent Ava’nın kralına “Beyaz Fillerin Kralı ve Yirmi Dört Şemsiyenin Efendisi” denirmiş. Zamanla bu kuraklık olayı, zaman olgusunun anlaşılmasıyla tarih olmuş; insanlar diledikleri gibi şemsiyelerini kullanmaya başlamış ve şemsiye, kraliyet için önemli bir nesne haline gelmiş. Eski Mısır yazıtlarında gölge anlamında yer almaya başlamış. Yıllar sonra Dickens’ın romanlarına sıçrayarak E. M. Forster ve Roald Dahl gibi yazarlar tarafından saygı görmüş, Mary Poppins ise şemsiyesiyle oradan oraya uçmuş.
Rankine, pek çok alıntıyla durumu örneklendiriyor. Hatta bazı hayvanların daha eşit olmasına benzer bir durumu şemsiyenin odağa alınmış biçimiyle de görebiliyoruz; alıntılardan birinde, herkesin eşit olduğundan, özellikle şemsiyelilerin eşit olduğundan bahsediliyor. Robinson Crusoe’dan da bahsediyor. Çocukken benim de ilgimi çeken bir bölümde Crusoe, kendisine bir şemsiye yapıyordu; sanki bu aşamadan sonra her şey değişiyordu. Evini inşa etmesi, kendi ürünlerini yetiştirmeye başlaması ve Cuma’yı yamyamların elinden kurtarmasına kadar gidecek olan süreci başlatan ayak iziyle karşılaşması, her şey şemsiyeden sonra şekilleniyordu. Sanırım, öyleydi galiba. Medeni insan şemsiye kullanır; ıssız bir adaya düşse bile hoyratça dolanmaz, hemen bir şemsiye imal eder ve uygarlığını adım atılmamış topraklara taşır.
Bu olay öyle bir ses getirmiş ki, konuşma diline yerleşmiş; şemsiyeye bir süre “robinson” demişler. Çok ilginç. Bunun yanında zıt çağrışımlar da türemiş. Kadın haklarının ilk savunucuları, ellerinde şemsiyelerle resmedilmişler; şemsiye, hemen protest bir nitelik kazanmış.
Fransa’da Şemsiyenin Akıbeti
Fransa’da şemsiyenin akıbetine bakalım. Başta bu nesneyi hiç sevmemişler. Balzac’a göre şemsiye, “baston ile faytondan olmuş bir piç.” Arabası olmayan insanların şemsiye kullandıklarına dair bir görüş hemen yayılmış ve böylelikle statü göstergesi olarak arabalar değer kazanmış, şemsiye yerin dibine sokulmuş. Kapitalizm, metalar arasındaki ilişkileri nasıl da düzenliyor, ilginç. Şemsiyeler şapkalaşmaya başlayınca tepkiler doğmuş ama fötr şapka yaygınlaşmış; sonuçta, taşıması daha kolay bir eşya.
Bu tür değişimlerin kanlı bir şekilde sonuçlandığı durumlar da olmuş. İngiltere’de ilk hava tahmin bürosu kurulduğu zaman, öngörülemeyen bir fırtına nedeniyle gemiler batmış, büroyu kuran adam intihar etmiş ve üstüne İngiltere’de hava durumu tahminlerini on üç yıl boyunca yasaklamış. Şemsiyenin kullanımının artmasıyla birlikte bu yenilikle dalga geçenler de çıkmış; şemsiye kullananları sınıflandırıp her bir sınıf için karikatürler çizmişler. “Göğü Delen” adı verilen karikatürde, şemsiyesini aşırı yukarıda tutanlar resmedilmiş. “Kalkanlı” ise adı üstünde, şemsiyesini kalkan olarak kullanan iki figür var. Kraliçe Victoria, bir suikast girişiminden sonra birkaç şemsiyenin zincirli zırhlarla birlikte sıralanmasını emretmiş ve böylece saldırılardan korunabileceğini düşünmüş. Diğer bir figür ise Nicolas Sarkozy; 10.000 sterline Kevlar kaplama şemsiye yaptırmış. Tarihte JFK suikastı sırasında, güneşli havada şemsiyesini havaya kaldıran Louie Steven Witt de yer alıyor. Bu mevzu hakkında komplo teorileri bugün bile dönüyor ve bu adamla ilgili sayısız araştırma yapılmış.
Unutma ve Unutulma
Son olarak, unutma ve unutulma faslına değinmek istiyorum. İngiltere’de toplu taşıma araçlarında her yıl 80.000 şemsiye unutuluyormuş. Elden ele dolaşan veya çöpe atılan onca şemsiyeyi düşündüğümüzde, bir nesnenin bu kadar önemli ve önemsiz olması kafa kurcalıyor. Japonlar, bu unutulma işini inançlarına katmışlar; loş ve eski evlerin içinde kenara köşeye atılmış eşyaların “ruhlandığına” dair bir korku var. Tsukumogami denilen varlıklara dönüşürlermiş bu eşyalar. Küstahlaşmış, vahşileşmiş eşyalar kendilerini hatırlatıyorlar böylece. Bir çizim var; şemsiyenin içinden insana benzeyen acayip bir varlık fırlıyor. Korkunç ama şu haiku bence daha korkunç: Yosa Buson 18. yüzyılda yazmış:
“Ah kış yağmuru,
Ayışığının aydınlattığı bir gecede,
Eski bir şemsiyenin gölgesi titrer.”
Toplumsal cinsiyet, ekonomi, sanat derken şemsiyenin farklı yüzleriyle, aslında insanın da farklı yüzleriyle karşılaşıyoruz. Sıkı bir metin bu; denk gelinirse okunmalı.