Philip K. Dick’in “The World John Made” Üzerine Derinlemesine İnceleme

The World John Made, determinist bir evrende beliren çatlakların boyutunu sorgulayan erken dönem bir Philip K. Dick (PKD) eseridir. Bu metin, yazarın inziva zamanlarına dair diğer eserlerinden belirgin yapısal farklılıklar taşır. İlk bölümde, anlatının temel unsurlarıyla tanışırken, sonrasında parçaların bir araya gelmesiyle PKD’nin arka planda ne tür bir anlatı kurguladığını daha net görebiliyoruz. Parçaların verildiği ilk bölümde, rahim şeklinde bir sığınakta yaşayan sekiz mutant karşımıza çıkıyor. 1970’lerde yaratılmış bu varlıklar, suni bir gökyüzü altında ve yapay bir doğanın içinde yaşıyor. Dış dünyayı görebiliyorlar, ancak fanustan çıkar çıkmaz zehirlenmeye başlıyorlar, çünkü biyolojik yapıları Dünya’nın doğasıyla uyumlu değil. Aralarında diğerlerine göre daha cesur olan üç mutantın “özgür iradeleriyle” sığınaktan çıkma çabalarını izleyen Doktor Rafferty ile ana karakterimiz Cussick, bu mutantların bilinmeyen bir amaçla yaratıldığını düşünüyor.
Cinlere benzer minyatür erkekler ve kadınlar, dışarıda yaşanan büyük savaşın yıkımından haberdar; nükleer bombaların neden olduğu genetik bozuklukların birer ürünü olduklarını düşünüyorlar. Aslında, laboratuvar ortamında yaratılmışlardır, fakat bu durumdan habersizler. Dışarıda yaşamak için yeterince güçlü olmadıklarını bilseler de durmaksızın çabalıyorlar, dışarıda bir hayatın mümkün olduğunu düşünüyorlar. İşte burada, anlatı boyunca sürecek temel bir tema beliriyor: İnsan gerçeğin ne kadarını bilebilir ve bu gerçeklik ne kadar somut olursa olsun, kendi yollarını bu gerçeklikten ne ölçüde ayırabilirler? Bu mesele, hemen her karakter için büyük bir problem haline geliyor.
Mutantlar, yanlış ve kopuk bilgilerle irrasyonel davranışlarda bulunarak ölümün kıyısından dönüyorlar ama yine de çabalamaktan vazgeçmiyorlar. Diğer karakterler için de benzer durumlar mevcut; bunlara ilerleyen bölümlerde değineceğim. Doktor Rafferty’ye pek denk gelmeyeceğiz; o, yalnızca birkaç yerde görünerek çatlak bir bilim insanı portresi çizecek. Ancak Cussick karakterine biraz daha ayrıntılı bakmak gerekiyor. İlk bölümde, Gençlik İttifakı’nın lideri Jones’un adı geçiyor. Jones ile ilk kez burada karşılaşıyoruz; isyan veya toplumsal hareketlerin lideri olabilir, fakat tam olarak bilemiyoruz.
Cussick’in Rafferty ile yaptığı sohbetten öğrendiğimize göre, Jones’u tanıyan ilk kişi Cussick’tir; bu, sonradan olabilecek galeyanların tehlikelerini öngörme yeteneğiyle de ilgili. İkinci bölüme geçtiğimizde, Cussick ile Jones’un tanıştıkları karnavalda, post-apokaliptik dünyada gerçekleştirilen ucube gösterileri dikkat çekiyor. PKD, yıkımın etkilerini yaratıcılığıyla gözler önüne seriyor. Yıl 1995; Cussick, yirmi altı yaşında, kolluk kuvvetlerinin bir elemanı. Hoff’un Rölativizmine derinden bağlı, federal hükümetin Yeniden İnşa projesinde diğer hevesli gençler gibi görev alıyor ve dünyayı eski haline getirmek için var gücüyle çabalıyor.
PKD, manevi değer çatışmalarını erken dönem eserlerinde sıkça ele alıyor. Jones ile Rölativizm arasında patlak verecek savaşın iki cephesinde de kaotik dünyanın çatlak neferlerini görebileceğiz. Karnavalda, ortalığın durgun olduğunu gözlemliyoruz; PKD, Cussick’i çeşitli karakterlerle diyaloğa sokarak dünyasını okura anlamlı kılmak istiyor. Bazı insanlar, karnavalda gösteri yapan mutantların yok edilmesini istiyor, ancak Cussick bu fikre karşı çıkıyor. Rölativizm, “onların yaşamasına izin vermek zorunda olduklarını” belirtiyor; bu, bir tür insanlık anlayışı sunuyor.
Karnavalda yer alan bazı figürler, çok başlı bebekler, tüylü, kanatlı, pullu insanımsılar ve hermafroditler, bilinen dünyaya veda etmenin işareti olarak görünmekte. Bu nedenle, bu garip varlıklar için savaşmadığını söyleyen gazinin uzaklaşmaktan başka bir seçeneği kalmıyor. Yeni dünya düzeninde yalnızca insan hükümranlığından bahsetmek mümkün değil. İçten içe biriken bir gerilim, insanların öfkesinin giderek yükselmesine yol açıyor ve bu, Jones’un ortaya çıkışını son derece doğal bir hale getiriyor. Şartlar hazır; dünya bir devrime doğru ilerleyebilir.
Jones, bir masanın arkasında otururken, yirmi dolara insanlığın geleceğini anlatıyor. Dinleyenlerin, bir yıldan ötesini görememesi nedeniyle bu süreyle yetinmek zorunda kalıyorlar. Ancak, davasına ve Rölativizme değer veren Cussick için mesele büyüyor. Jones’un müneccimliği, ayrılıkçı bir tarikat mensubu olan Saunders’ın başkan olacağına dair öngörülerde bulunuyor; Cussick bu duruma şaşırıyor. Gezginler adı verilen, yeni keşfedilen bir yaşam formu Dünya’ya inecek. Cussick iyice şaşırarak Baltimore’daki karakoluna gidiyor. Max Kaminski ile tanışıyoruz; Cussick’in akıl hocası ve amiri. Pearson ile de tanışıyoruz, bir polis. Cussick’in söylediklerini, özellikle Gezginler’in bir tür uzay gemisi değil, yaşam formu olduğunu duyduklarında şaşırıyorlar ve Floyd Jones gözetim altına alınıyor.
Altı ay geçiyor; Saunders gerçekten de genel konsey seçimini kazanıp başkan oluyor ve Jones tutuklanıyor. Bu sırada Cussick, Danimarka’ya transfer ediliyor, Nina ile tanışıp evleniyor. Nina, hikayeye dâhil oluyor. Sanatçı ruhunu dizginleyemeyen bir kadın olarak Nina, Rölativizmi pek umursamıyor. Jones’un serbest bırakıldıktan sonra vaiz olarak verdiği söylevleri takip ediyor ve dünyanın farklı bir düzene gireceğini öngörerek onun fikirlerini benimsiyor. Acil bir çağrıyla Baltimore’a döndüklerinde, Cussick’in Kaminski ve Pearson ile birlikte Jones’u sorguladığını görüyoruz; bu, Jones’un serbest bırakılmadan hemen önce gerçekleşiyor.
Üç adam, Jones’u dinliyor. Rötarlı bir yaşamdan bahsediyor; bir yıl öncesinden her şeyi görebilen adam, aynı hayatı iki kez yaşadığını belirtiyor. Daha da önemlisi, doğumundan önceki süreci. PKD’nin inanç derlemesinin hayal gücüyle beslenmiş hali olarak, yaşamdan önce bir hiçlik olduğunu ve bu durumu “bir parça ışıkla” birlikte tanımlıyor. Yalnız bir bilinç, karanlığın içinde duruyor ve doğumunu “izliyor”. Bilişsel süreç, doğumdan önce tamamlanmış ve yetişkin bir zihnin gözlemleri, zamanın ötesine uzanıyor. Jones, Gezginler’i anlatıyor; Dünya’nın işe yarar tek yer olduğunu ve zamanı geldiğinde Gezginler’in Dünya’ya ineceğini söylüyor. Ayrıca, insanların kolonileşme sürecine geçmesi gerektiğini vurguluyor. Yayılmalıyız, evreni keşfetmeli ve yakın gezegenlerden uzaktakilere doğru serpilmeliyiz; insanlığın geleceği buna bağlı.
Sonraki bölümde, Jones’un doğum öncesi zamanından güncelliğine kadar başından geçenleri anlatan bir yapı görüyoruz; bu, karakterin temellendiği bir süreç. Altı ay sonra ilk Gezgin iniş yapıyor; çıkarılan bir kanunla bu varlıkların öldürülmemesi gerektiği belirtiliyor. Rölativizm gereği, zaman hızla ilerliyor. Jones, güç toplarken, insanları etkilemeyi sürdürüyor ve artık kendi kültünü yaratan bir peygamber konumuna geliyor. İsa’nın dünyaya tekrar geldiğine inanıyorlar; insanların mevcut halden uzaklaşmaları için bir kurtarıcıya ihtiyaç duyması anlaşılabilir bir durum. Nina da bu insanlardan biri. Zaman aralıklarıyla birlikte anlatının niteliği de değişiyor; bazen sadece Jones’a odaklanırken, Nina’nın değişimi ile birlikte Cussick-Nina ikilisinin odakta olduğu başka bir bölüme geçiyoruz.
Nina, Jones’un adamlarıyla takılmaya başlıyor; başka bir hayat istiyor ve Cussick’ten kopuyor. Aşırı saykedelik olayların ortasında özgürlüğüne kavuşmak için bardaklar ve uyuşturucular kullanıyor. Nina, bedenini yeniden keşfetmek istiyor ve oğlu Jackie ile eşi Cussick’i kolaylıkla geride bırakabiliyor. PKD, aile kavramını da ele alıyor; Rölativizmin bağlayıcılığını günümüz dünyasındaki erkler ile eşdeğer kılıyor. Kadının bağımsızlığına kavuşmasını, Cussick’in biraz acı çekmesi dışında herhangi bir olumsuz sonuçla eleştirmeden olumlu bir şekilde sunuyor. Ancak, Cussick için sıkıntılar baş göstermeye başlıyor. Nina, bir ajan olarak görülmeye başlandığı için Cussick de şüpheli bir konuma düşüyor; her ne kadar Jones’un Rölativizm karşıtı hareketlerine karşı çıksa da güvenilirliğini kanıtlaması zorlaşıyor.
Kaminski’nin Jones’un ajanı olduğu ortaya çıktıktan sonra Cussick için durum daha da zorlaşıyor. Jones, toplumsal bir kurtuluş istiyor; insanlığın yıldızlara gitmesi ve zihinlerin özgürlüğünü talep ediyor. Bu nedenle, karakoldaki memurlar birer birer kayboluyor ve Jones’un saflarına katılıyorlar. Pearson’a göre, Kaminski’nin çalıştığı projenin bu kayboluşla ilgisi olabileceği için Cussick, doğruca Rafferty’nin yanına gidiyor. Bu, anlatının en başındaki sahneye geri dönüşü sağlıyor; çemberin uçları kapanıyor ve başka bir doğrultuda ilerlemeye başlıyoruz. Bu teknik, oldukça ustaca bir anlatım; Jones’un bakışıyla okuyormuşuz gibi düşünüyoruz.
Bir yıl sonraki sahneyi en başta gördük; hikâye sürerken güncel yaşantımıza döndük ve en sonunda bir yol çıkışına vardık. Aradaki zaman bir yıldan fazla ama yine de zaman atlama mevzusu, Jones’u anlamamızı sağlıyor. Sonlara yaklaşıyoruz. Mutantların, minik cinlerin Venüs’e gönderileceğini öğreniyoruz. Projeye göre, Venüs’ün atmosferinde doğal yaşamlarını sürdürebilecekler; biyolojileri başka bir gezegenle uyumlu. Jones’a düzenlenen suikast başarısızlığa uğruyor bir yandan. Dünya’da Gezginler yüzünden krizler çıkıyor; amibe benzeyen canlılar öldürülüyor, tek hücreli dev varlıklar yaprak gibi süzülüp düşüyor. Ancak, bu varlıklar başkaları tarafından öldürülmezse sıcaktan ötürü ölüyorlar; bu durum intihar görevine benziyor. Ancak, altta yatan başka bir mesele var: Venüs’e ulaşan mutantlar, Gezginler’in içine girip kozaya kapanmalarını sağlayan ikinci bir varlıkla karşılaşıyorlar. Bu yaşam formları, gezegenleri rahim gibi kullanıyor. Kozadan çıkan varlıklar, uzayın derinliklerine doğru hızla geri dönüyorlar.
Jones’a göre, insanlığı Güneş Sistemi’ne hapsedecekler; insanın ne derece yıkıcı olduğunu biliyorlar ve Dünya’daki çürümenin evrene yayılmaması için ellerinden geleni yapıyorlar. Jones’a göre, birkaç gezegene yayılmanın dışında sistemin dışına çıkışlar yasak; Gezginler, duvar örüyor. Savaş başlıyor; Jones, göremediği öte zamanla kumar oynuyor ve bir yıldan uzun süren çatışmalar sonucunda insanlık kaybediyor. Çünkü Gezginler durmadan iniyorlar. Jones, güç kaybediyor ve kendi sonunu görüyor: Ulaştığı en yüksek yaşam seviyesinden daha azına razı olmak zorunda kalacak; bir sonraki yaşamında hayvan, ondan sonraki yaşamında bitki, en sonunda hiçlik. Bu noktada Nina geri dönüyor; Cussick ile birlikte yola çıkarak Jones’u görüyorlar. Jones’u öldürdükten sonra, spontane hareketlerin kaderi değiştirebilir mi sorusuna dair etkileyici bir numara var. Venüs’e zıplıyorlar ve oğulları Jackie’yi de alarak, eskiden tecrit edilmiş mutantlar bu üç yeni insan için bir sığınak inşa ediyorlar. Kısacası, olay tersine dönüyor; bu kez insanlar, rahim şeklindeki bir alanda yaşamlarını sürdürüyorlar.
PKD’nin diğer metinlerini düşündüğümüzde, bu eseri bambaşka bir yere koyasım geliyor. Tek bir çatışma yok, tek bir zaman çizgisi yok. Dağınıklığa varan bir karakter ve olay karmaşası varmış gibi görünse de, her şey en sonda toparlanıyor ve açıkta kalan bir nokta yok. İlginç ve okunası bir eser.

















