1952 yılında Varlık Yayınları tarafından yayımlanan Havuz Başı adlı öykü kitabının elimdeki Haziran 2013 basımı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yeniden yayımlanmıştır.
Öykü deyince, Türk Edebiyatında öykünün babası olarak kabul edilen Sait Faik’i anmamak, onun eserlerini okumamak mümkün değil.
Sait Faik’i okurken, onunla birlikte Burgaz Adası’nın patikalarında yürümeyi hayal ederim. Gamsız bir ruh haliyle, martıları, ağlarını atan balıkçıları usulca izlerim, keyifle…
Havuz Başı’ndaki öyküler, Burgaz Adası’ndan oldukça uzakta, yirmi üç birbirinden farklı hikaye sunuyor. Bu öykülerden bazıları deneme niteliği taşıyor. Bir yazarın derinliğini anlamak için, onun birden fazla eserini okumayı tercih ederim. Sait Faik’in bugüne kadar okuduğum öykülerinden farklı olanlarını keşfettikçe, onu daha yakından tanıma fırsatı buldum.
Öykülerin çoğunun 1947 ve o yıllara yakın tarihlerde yazıldığını bilmek, tarihe tanıklık etme duygusunu bende güçlü bir şekilde uyandırdı.
1955 yılından bu yana, Sait Faik adına verilen ”Sait Faik Hikaye Armağanı”, ülkemizin en prestijli edebiyat ödüllerinden biridir. 2014 yılında bu ödül, Mahir Ünsal Eriş’in ”Olduğu Kadar Güzeldik” adlı kitabıyla verilmiştir.
Sait Faik’le ilgili beni en çok etkileyen husus, yazarın vasiyeti gereği, kitaplarının telif gelirlerinin Darüşşafaka Cemiyeti’ne aktarılmasıdır. Bu bağış, maddi olanakları yetersiz, annesi veya babası olmayan çocukların dokuz yaşından itibaren eğitimine katkıda bulunmak amacıyla yapılmıştır.
Öykücülüğümüzün nereden nereye geldiğini anlamak için bile bu eserleri okumaya değer…
Kitaptan Alıntılar:
-
Sizi bekliyorum. Sizi göreceğim; içimde bir şey koşacak. Siz görmeden geçeceksiniz. Ben kederle sevinci duyup dalacağım aleme. Dünyayı yeniden kederlerle kuracağım. Sonra çarşılardan çarşılara, insan sesleri arasında, her şeyi sizinle kurulmuş bir şehirde dolaşacağım.
(Havuz Başı adlı öyküden. s. 1) -
İstanbul pazar günleri tenhalaşır yaz sıcaklarında. Beyoğlu’ndan üç dört yorgun, ağır ağır geçer; üç beş çocuk sinemalara dalar. Sıcaktan börtmüş, siyahlar giymiş iki madama kiliseden çıkmış eve döner. İki dünyasından geçmiş emekli, bir kıraathanenin camları arasında uyuklar.
(Yüksekkaldırım adlı öyküden. s. 49) -
İşte böyle bir serseri, bir gece Gülhane Parkı’nda kalır. Bekçiler güneşin batmasıyla beraber düdüklerini öttürür. O hintkirazı ağacının altında uyumuştur. Uyanır ki aysız, yıldızlı bir gece saçlarının üstünde. Ağaçtan, kediden, rüzgardan ürker. İçine evler, çorbalar, aileler, hasretler yapışır yapışır kalkar. Tekrardan bir türlü uyku tutmaz. Sessizce hışırdayan yollarda yalnızlığıyla beraber birini gezdirir gibidir. Canı bir el tutmak ister.
(Parkların Sabahı, Akşamı, Gecesi adlı öyküden. s. 116)