Michio Kaku, geleceğe dair ilham verici bir pencere açıyor. Mars’ı yaşanabilir kılmak için Dune‘daki terra-kurma işlerine benzer eylemlerden bahsediyor. Ancak bu tür bir dönüşüm, orta vadede bile yapılması imkânsız bir görev olarak görünüyor. Atmosfer oluşturmak için Dünya’daki bitki türlerini kullanacağız, bunun yanı sıra gazları koca gezegene yaymamız gerekecek. Sonrasında ekolojik dengeyi sağlamak, fauna ve flora oluşumunu mümkün kılmak, sayısız zorlukla karşılaşmak anlamına geliyor. Red Mars‘taki gibi sıkıntılar yaşanacak; toplumsal hareketler, isyanlar patlak verecek ve insan, dünyadaki sorunlarını başka gezegenlere de taşıyacaktır. Gerçekten sağlam bir paradigma değişikliği gerekiyor, çünkü bu haliyle uzaya çıksa bile insanın her yeri Dünya. Öyle bir uzay yok. Kaynaklar da kısıtlı değil, istediğin yerden ne istersen toplayabilirsin, gezegenler ve yıldız sistemlerini keşfedebilirsin. Ama yayılmaya başlasak bile, bu kolay olmayacak; insana gerçekten yeni veya yeniden hatırlanmış bilişsel modeller ve fikirler gerekiyor. Umuyorum ki Dünya havaya uçmadan önce bu bilgileri ediniriz, yoksa yıldızlara yayılma potansiyeline sahip bir tür, küçücük bir gezegende kendi kendini yok edecek ve üstünde birisi yüzünü avuçları arasına alarak, ‘kendi kendine sinirlenmemesi gerektiğini’ söyleyecek.
Başka bir sorun da bu yolculuk meselesi: Yıldızlara nasıl ulaşacağız? Başka galaksilere nasıl gideceğiz? Kaku, birkaç teoriden bahsediyor. İlk kez duyduğum bir şey dikkatimi çekti. Diyelim ki kanepede uzanıyoruz ve kitap okumak istiyoruz. Ancak kitap halının öbür ucunda, kalkıp almak istemiyoruz çünkü çok uzak. Bunun yerine, halıyı kendimize çekip katlaya katlaya öbür ucu yaklaştırıyoruz, ve voila, kitap elimizde! İşte böyle bir motor türü var; uzayı katlayacak ve gemiyi A noktasından B noktasına götürecek. Bu oldukça heyecan verici bir fikir. Kaku, bu tür teknolojileri anlatarak insanın gelecekteki rotasını çiziyor, en güncel bilimsel verileri kullanarak evrenin geleceğini tasarlıyor. Metni 2018’de yazmış, biz ise 2019’da okuyoruz; bu harika bir durum. On veya yirmi yıl önce yazılan metinleri okuduğumuzda, on yıllık süreçteki gelişmeleri kaçırmış oluyoruz eğer bilim dünyasını yakından takip etmiyorsak, burada ise kaçırdığımız pek bir şey yok. En son kara delik fotoğrafı çekildi, birkaç tane daha olabilir ama o kadar. Kaku, biyolojiden astronomiye kadar birçok alanda bilgili ve Nobel ödüllü bilim insanlarıyla yaptığı görüşmeler sayesinde en yeni bilgilerin ışığında ilerliyoruz. Bilimle amatörce de olsa ilgilenenler için çok değerli bir eser.
ODTÜ Yayıncılık’a teşekkür etmek gerekiyor; kitabı çok bekletmeden basmışlar. TÜYAP’ta ilk kez görünce hemen aldım, alır almaz da okudum. İnsanlığın neredeyse yok olduğu kozmik olaylar karşısında biraz ürktüm; metin felaket zamanlarıyla başlıyor. Endonezya’da meydana gelen devasa bir patlama, Hindistan ve Malezya’nın büyük bir bölümünü 9 metre kalınlığında yanardağ külüyle kaplamış ve zehirli tozlar, dumanlar Afrika’nın üzerine gelerek Güneş’i karartmış. Bu olay, “yanardağ kışı” olarak bilinen bir duruma yol açmış. Çok ilginç bir sonuçla karşılaşmışız; günümüzdeki insanların neredeyse tamamı aynı DNA’ya sahip. Afrika’da hayatta kalan bir avuç insan, bu türün çoğalmasına neden olmuş ve dünya genelinde yayılmış. Kaku, bu tür olayları öğrendikçe insanlığın geleceği için korkmaya başlamış, ancak 1992’de okuduğu bir haber umutlanmasına yol açmış. Uzaklarda, bir yıldızın etrafında dönen Dünya benzeri bir gezegen var. Oraya gidebiliriz. Belki. Yellowstone Ulusal Parkı’nın altında muazzam bir yanardağ var; bu yanardağ yaklaşık her 700 bin yılda bir patlıyor. Sonraki patlamaya kadar 100 bin yılımız var. Bu süre, II. tip uygarlığa ulaşmamız için yeterli olabilir. Belki zamanı ve uzayı eğip bükemeyiz ama başka gezegenlere gidip yerleşebilecek kadar dersimizi çalışmış ve ödevimizi yapmış olabiliriz.

Tabii ki uzaydan gelecek tehlikeler de mevcut. Kaku, bu tehlikeye dair Carl Sagan ile görüşmüş ve Sagan, “kozmik bir atış poligonunda yaşadığımızı” vurgulamış. 30-40 yıl gibi süreler, evrenin yaşına oranla ne kadar kısa; oysa 80 yıl sonra bir asteroidin dünyaya doğru hızla yaklaştığını fark edebiliriz. Sonraki 20 yıl boyunca asteroidi yok etme çabaları sürebilir ve en sonunda, tüm çabalar boşa gidebilir; bu durumda Dünya’da insan kalmayabilir. 100 yıl sonrası sessizlik. Bu durumu önlemek için yine Sagan’ın bir hayali var: “iki gezegenli bir tür” olmamız gerektiğine dair. Başka gezegenlere atlamalıyız. Kaku, sonraki bölümlerde başka gezegenlere gidiş yollarından insanın yaşayacağı biyolojik ve psikolojik bozulmalara kadar pek çok meseleyi ele alıyor; aslında iyi bilimkurgu yazmak isteyen herkesin bu bölümleri okuması gerekiyor.
Başka gezegenlere zıplamak. Kaku’nun bilimkurgudan ödünç aldığı konseptleri geliştirdiğini önceki metinlerinden biliyoruz; ancak burada bilmediğimiz bazı bilgiler var. Örneğin, Isaac Asimov’u bir konuşma yapması için çalıştığı üniversiteye davet ettiği anekdot. Vakıfı yaratırken esin kaynağının ne olduğunu sorduğunda, “hiç tereddüt etmeden” Roma İmparatorluğu’nun yükseliş ve çöküşünden esinlendiğini söylemiş Asimov. Ancak çok daha ilginç bir bilgi var; Türkçeye çevrilmediği için yayınevlerini göreve çağırıyorum. Kıytırık bir blog sayfasından çağırıyorum, evet. Olaf Stapledon’ın Star Maker adlı bir romanı var. Romandaki karakter, saf bir bilinç haline geldiğini hayal edip tüm uzayı boydan boya geçmiş; aşırı gelişmiş uygarlıkların daha alt seviyedeki uygarlıkların doğal süreçlerini bozmamak için gizlendiğini görmüş. Kısacası, bugün uzaya veya uzaylılara dair düşünülen pek çok şeyi 80 yıl önce düşünmüş. Arthur C. Clarke’a göre, Star Maker, o güne kadar yayımlanan bilimkurgular arasında ilk sıralarda yer alıyor. “Bu roman, savaş sonrası bilimkurgu yazan bir neslin hayal gücünü öyle bir ateşlemişti ki, ancak 2. Dünya Savaşı’nın kaos ve vahşeti içinde kalan kamuoyunun genelince kısa sürede unutuldu.” (s. 3) Sonrasında günümüzdeki durumu ele alıyor Kaku; SETI gibi kuruluşların sinyal kovaladığı zamanlardayız. Clara adında bir film var, takıntılı bir gök bilimcinin yaşanabilir dünyalar aramasıyla ilgili. Son zamanlarda uzaya yollanan iki uydu var; adlarını unuttum şimdi, sırf yeni gezegen arıyorlar. Bulurlarsa, mesajdır, çiçektir, bir şey göndereceğiz ve kendimizden haberdar edeceğiz. Belki de şimdiye kadar yolladığımız radyo dalgalarını aldılar ve yeterli gelişim aşamasına gelemediğimiz için ses çıkarmadılar; belirli formlardaki mesajları bekliyorlar. Bu bir astronot olabilir, uzay gemisi olabilir, henüz keşfedilmemiş bir mesaj formu da olabilir. “Bir diğer deyişle, kaderimizde bir zamanlar korkulan ve tapınılan Tanrılar olmak yazılı. Bilim, bize evreni kendi suretimizde biçimlendirebileceğimiz araçları sağlayacak. Asıl soru, bu büyük tanrısal güce eşlik edecek bir Solomon bilgeliğine sahip olup olmayacağımız.” (s. 9) Bir kiloluk yükü uzaya çıkarmanın binlerce dolara mal olduğu bir ortamda, bilimde tekrar çağ atlamak zorundayız. Termodinamiğin yasaları ve ardılları ilk çağı biçimlendirirken, kuantum ve türevleri ikinci çağı oluşturuyor; biz ise üçüncü çağa geçmek zorundayız. Şu haliyle pek bir şey yapacak durumda değiliz. Kaku’ya göre ilk adım Ay’a dönmek ve orada üs kurmak olmalı ki daha ilerilere atlayabilelim. Çin’in 2025’e kadar Ay’a astronot göndereceği ve sonrasında da orada üs kuracağı söyleniyor; yapabilirler ama yaşamın sürdürülebilmesi için büyük yatırımlar gerekecek. Muhtemelen Ay’da buldukları kaynakları Dünya’ya getirip satacaklar ve projelerini bu yolla finanse edecekler. Tabii ki bu durum, birçok hukuki problem doğuracak; Çin bayrağı Ay’da dalgalanmaya başladığı an, enerji kaynaklarının paylaşımı büyük sıkıntılara yol açacak gibi görünüyor. Bunlar geleceğin problemleri; günümüze baktığımızda yapılması gerekenleri madde madde anlatıyor Kaku. Büyük batarya banklarına ihtiyaç duyulacak; iki haftalık gündüz sürelerinde dev Güneş panelleri elektriği depolayacak ve bu enerji üste kullanılacak. Malzeme olarak Ay toprağı da kullanılabilir; deneylere göre bu toprak mikrodalgayla ısıtıldığında, sağlam seramik tuğlalara dönüşebiliyormuş. Bu durumda, toprağı ısıtıp yalıtımı sağladıktan sonra, toprak yapılar inşa edilebilir. Barınma için kaynak mevcut. Peki, insanın yaşamını sürdürmesi için ne gibi yenilikler gerekli? Düşük kütle çekimi ve atmosfer eksikliği en başta büyük sorunlar yaratacak gibi görünüyor. Dünya’da nesiller boyunca edindiğimiz kolektif hafıza, kişisel deneyimlerimiz, bizi biz yapan tüm unsurlar Ay’da anlamsız hale gelecek; canımız sıkıldığında havaya attığımız topu tutamayacağız, basit bir örnek. Kaku, bütün problemleri masaya yatırıp her biri için ayrı ayrı çözüm önerileri sunuyor; bunlara değinmiyorum ama çok ilgi çekici olduklarını söyleyebilirim.
İşin maddi boyutuna bakarsak, kaynak probleminin yaşanacağını söyleyebiliriz. Para değil, ham madde yoksunluğu işimizi zorlaştıracak. Bir asteroidde 5.4 trilyon dolar değerinde 90 milyon ton platin bulunduğu ortaya çıkmış durumda. Paradan ziyade platin çok daha önemli; zira, 805.2 milyonu trilyonsu dolarınız olsa bile, Dünya’da 1 kilo platin bulunduramazsınız. Uzaydan gelen her şeyi yakalamaya çalışacağız kısacası. Bence kocaman bir ağ gerilse ve asteroidler o ağ tarafından yakalansa, ihtiyaç duyduğumuz maddeleri er geç elde edebiliriz. Bilim insanları bu fikrimi bir düşünsünler; telif istemez, insanlığa armağan ediyorum bu fikri. Mars’a gitmek için çok daha fazla kaynak gerekecek tabii, ancak yakın zamanda bunun başarılacağını söylüyor Kaku. Musk’tan NASA’nın çalışmalarına kadar pek çok unsura dair yorumlarda bulunuyor. “Mars’a düzenlenecek tarihi göreve katılacak ilk insanlar, muhtemelen bugün hayattalar ve lisede gökbilimi dersleri alıyorlar.” (s. 72) Muazzam bir durum; şanslı insanlar. İyon motorları arkadan yavaş yavaş itecek ve uzaya yükselecekler. Atmosferi yavaş yavaş ısıtmaya çalışacaklar, suyu çözecekler ve tarımı başlatacaklar. Sonrasında, kentleşmeyi mümkün kılacaklar; başka bir gezegenin koşullarında büyüyecek çocuklar doğacak. Kaku’ya göre bu çocuklar, Terra’yla bağlarını koparacak ve farklı bir kültürün, uygarlığın çocukları haline gelecek; ABD’nin İngiltere’den kopması gibi bir durum. Daha ilginç bir şey var; Mars’a gidersek eve dönmüş olabiliriz. Milyarlarca yıl önce, Dünya henüz dev bir eriyikken, Mars soğumuş ve ılıman bir iklime kavuşmuştu. Bu durum, geniş miktarlarda su kütleleri tarafından biçimlendirilmiş. Bilim insanları, böyle bir ortamın DNA’nın doğuşu için ideal olduğunu söylüyor. Panspermia teorisini düşündüğümüzde, Dünya’ya gelen DNA’nın burada serpilip canlıları, insanları oluşturduğunu düşünürsek… “Bu kuram doğruysa, bir Marslı görmek için tek yapmanız gereken, aynaya bakmaktır.” (s. 82) Şaşırtıcı bir durum. Tabii, atalarımız orada kendi başlarını yedilerse, onlardan çok farklılaşmış olmalıyız; yine de Mission to Mars‘taki gibi bir varlıkla karşılaşma ihtimali var, bu da ilginç. Sonrasında yıldızlar, galaksiler, sicim teorisi, farklı uzaylar ve zamanlar… Kaku, okuyucunun kafasını karıştırmadan, müthiş bir metin sunuyor.

















