Tosuner ve 1950 Kuşağı Öykücüleri
Tosuner, bir röportajında 1950 Kuşağı öykücülerinin dışlayıcı tavırlarından bahsediyor. Kendisi, ilk kitabı yayımlandığında bir süre görmezden gelinmiş ve ardından olumsuz eleştirilerin hedefi haline gelmiş. O zamanları düşündüğümde, Tosuner’in bu eleştirilere bir nebze olsun hak verdiğimi söyleyebilirim. Diğer metinlerini oldukça sevsem de, ilk öykülerinin çoğu gerçekten vasat. Üç beş temel izleğin etrafında dönen öyküler, kadınlara karşı duyulan “yıkılmışlık”, yalnızlık, gidememe hissi ve öfke gibi temaları işliyor. Bu temalar elbette önemli, ancak hemen her öyküde aynı iç döküş biçimleriyle karşılaşmak, aynı şeyin tekrarını okuduğum hissini yaratıyor ve bu durum pek hoş değil.
Örneğin, Sancı.. Sancı… adlı öyküsünde benzer meseleler mevcut ama kurmaca ile daha fazla uğraşıldığı belli oluyor. Bu öykü, yakın tarihli örnekler arasında yer aldığı için örnek veriyorum. Tosuner’in bu ilk öykülerinde, sonraki metinlerinde de yer vereceği konuları belirlediğini söylemek mümkün. Kendi fiziksel durumu nedeniyle toplum karşısında hissettiği kompleks, anlatının yönünü doğrudan belirlemiş. Bu açıdan dikkate değer öyküler mevcut. Üstelik, yirmi bir yaşında kendi imkanlarıyla basılan bu öyküler, Tosuner’in kırk yıl sonra yazdığı metinlerdeki üslubunun ilk örneklerini de içeriyor. Bu, gerçekten takdire şayan bir durum. Tosuner, öykücülüğümüz ve romancılığımızda kendine has bir yer edindiği için değerli bir yazar olarak karşımıza çıkıyor.
Yalnızlığa Övgü
Yalnızlığa Övgü adı verilen öyküsüne bakıyorum. Anlatıcı, doğrudan o kentin sokaklarını terk edeceğini belirterek başlıyor. O kent Ankara. Bulvarında aylakça dolaşan ve Kızılay Durağı’nda kızların çocukça gülüşlerine maruz kalan boğucu bir atmosfer. “Çift çifttir herkes. Bir yalnız ben varımdır.” (s. 1) ifadesiyle yalnızlığını dile getiriyor. Bafra sigarası onun tek dostu, başka bir arkadaşı da yok. Anlatıcının sosyalliği oldukça kısıtlı; hem üzgün hem de umutlu bir şekilde kenti terk edecek. Ama bu yola çıkmadan önce, mutlu olmanın yollarını keşfedecek. Yalnızlığını severek kurtulacak. Sevgi arayışını bırakıp, parkelere vurduğu topuklarıyla yalnızlığını öldürmeye çalışacak ve beş parkesini tahtalı köye, bir anlamda geldikleri yere gönderecek. Bir günde beş parke ölüyor ve öykü böylece sona eriyor.
Ardından, kitaba adını veren öykü geliyor ki bu, hepsinin içinde en iyisi. Kuşlarla ilgili ilk bölümde, serçelerin toplandığı bulvardaki izlenimler var. Kuşların mevsimsel hareketleri, atkestanesi ağacına tünemeyi gerektiriyor. Anlatıcı yine arkadaş arıyor ama kendisi kuş değil, tüneyen bir hayvan hiç değil; bu yüzden yine yalnız. Yanından geçen insanlar umursanmıyor. Anlatıcı kendini avutamıyor, kuşların özgürlüklerine imreniyor. O da istediği yere gitmeli ama arkadaşı olmadan bu zor. Arkadaşının babası oldukça kızgın bir adam; akşamları sokağa çıkmasına izin vermiyor. Gündüzleri oradan oraya yürüyüp, gitme hayalleri kuruyorlar. Kuşlar da özgür olmadıklarını belirtiyor, bir isyan yükseliyor: “Allah, kimseyi özgür yaratmamış.” İkinci bölümde, “Sat anasını!” şeklinde bir rahatlama tekerlemesi ortaya çıkıyor. İki arkadaştan birinin başına bir şey geldiğinde diğeri hemen bu sözü tekrarlıyor. Tutuldukları bir kız yok, yapacakları bir iş yok; hayatları bomboş. İntihar etmeyi düşünmeye başlıyorlar. Erken davranan, Kızılay’daki yapının tepesinden atlayacak. Diğeri ise iki yaşamı birden yaşamak zorunda kalacak. Birtakım beceriksiz ilişki denemeleri hayal kırıklığıyla sonuçlanınca, gitmeyi akıllarına koyuyorlar. Gazetelerdeki kayıp ilanlarında kendi yüzlerini görüp gülüyorlar ama tamamen kaybolamıyorlar. Anlatıcının arkadaşı yan çiziyor ve diğerini vazgeçirmeye çalışıyor ama kafasında bir kere takılmış. Gidilecek. Gidiliyor, serçeler yerine güvercinler ve martılar seviliyor, sonra dönülüyor. Kalan arkadaş bir kız bulmuş, mutlu. Anlatıcı, özgürlük masalına inanıyor ve kısa bir süreliğine başka kuşları sevebildi.
Diğer Öyküler

Martılar Gülüştüler. Mahalleliler, esnaf, atkestaneleri, umutla beklenen ama gelmeyen aşk. Göl Kıyısı. Uzun bir adamla kısa bir adamın konuşmaları. Ağaçlara bakan adam, hemen bir uzun adam oluşturuyor bilincinde; kısalığın ve uzunluğun dertlerinden bahsediyorlar. İnsan Sayılmak. Gözlemcinin bir adamı göz hapsine alarak, insanlığın ne olduğunu sorgulaması. Toplumun dışladığı, sevilmeyen birinin var olup olamayacağı üzerine -diğerleri gibi- kısa bir öykü.
Bir Ebemkuşağı Peşinde, nispeten iyi bir öykü. Yolda karşılaştığı bir kadının koluna girdiğini hayal eden anlatıcı için hemen bir hikâye doğuyor: Kadınla tanışma, birlikte yürüme, arkadaşının evine davet edilme, arkadaşının da kadınla sevişmek istemesi, birtakım mutluluklar. Ancak bu, hayal tabii. “Ben düşlerimdeki yaşayışlarla avunan yağmurların çocuğu.” (s. 48) Sonraki öyküye başlarken, yeni bir öyküye geçmediğimizi düşünebiliriz. Devam edelim; şu alıntılamaya değer: “Yaradanın varlığını yokumsadım. Sıkıntılarda boğuldum, açmazlara düştüm büsbütün. Oysa ben de en dolgun inanışlarla ona güveneyim isterdim. O sevdirmedi kendini.” (s. 49) Yaradanla bir çekişme başlıyor ardından. Yirminci yaşa gelir gelmez, ilaha savaş açan bir anlatıcının düşüncelerini takip ediyoruz. Kader anlayışı üzerinden sürdürülen mesele, özgür iradenin sınanmasıyla genişliyor. Anlatıcının annesi, oğlundan “kötü kadına” gitmemesini istiyor ama o, geneleve gidiyor ve bir kadınla sevişerek yaşamı duyumsamaya çalışıyor.
Son iki öyküye değinmiyorum. Bu, bütünüyle kusurlarıyla birlikte -bence- iyi bir yazarın doğuşunu görmek isteyenler için okunması gereken bir eser.