Sputnik Sevgilim
Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanması beklenen Japon yazar Haruki Murakami’nin bu kez de “Sputnik Sevgilim” romanını okudum. Murakami’nin eserleri, derin bir entelektüel birikim ve özgün kurgularla dolu olduğu için her zaman ilgimi çekiyor.

Öncelikle, benim gibi bilmeyenler için “sputnik” kelimesinin anlamını açıklamakta fayda var. Sputnik, 1957 yılında Sovyetler Birliği tarafından uzaya fırlatılan, 58 cm çapında ve 83,6 kg ağırlığında olan ilk yapay uydu. Kelime anlamı ise “yoldaş” demektir.

Murakami’yi okumayı seviyorum; modern dünyanın gerçekliğini, aynı zamanda gizemli boyutlarda kurguluyor. “Sputnik Sevgilim”de de yine yalnızlık teması etrafında dönen karakterler bulunuyor.
Romanın anlatıcısı K., genç, bekar, nazik ve zeki bir ilkokul öğretmeni. Aşık olduğu Sumire ise yazar olma tutkusuyla üniversiteyi terk etmiş, hayalleri peşinde koşan bir karakter. Sumire’nin aşık olduğu Mui ise, kendisinden on yedi yaş büyük, evli bir kadın. Bu karmaşık aşk üçgeni, romanın derinliklerine inmemizi sağlıyor.
Yalnızlık, aşk, cinsellik ve paralel evren gibi temalar, romanın ana eksenini oluşturuyor. Murakami, müzik bilgisini de ustaca serpiştirerek okuyucuya farklı bir deneyim sunuyor. Gerçeklik ile farklı boyutlar arasındaki geçiş, okuyucuyu derin bir düşünce yolculuğuna çıkarıyor.
Aslında Murakami’nin tüm kitaplarını okumak istiyorum; umarım bu fırsatı en kısa zamanda bulabilirim. “Sputnik Sevgilim”, 1999 yılında yazılmış ve Türkçeye yeni çevrilmiş bir eser. Toplamda 224 sayfa olan roman, Doğan Kitap tarafından yayınlanmış.
Keyifli okumalar..
Kitaptan Alıntılar:
- “Ben bu kadına aşık oldum. Bir anda farkına vardı Sumire. Şüphe yok (buz soğuktur, gül kırmızı). Ve beni sürükleyip bir yerlere götürmeye çalışıyor; öyle güçlü bir akıntı ki ondan kendimi korumam neredeyse olanaksız.” (s.34)
- “Bazen çok tatlı olabiliyorsun. Noel, yaz tatili ve yeni doğmuş yavru köpeklerin toplamı gibi.” (s.61)
- “O zaman anladım; biz harika yol arkadaşlarıydık, ancak sonunda her birimiz kendi rotasında gidecek yalnız bir metal kütlesinden başka bir şey değildik. Uzaktan bakınca kayan yıldızlar kadar güzel görünüyorduk. Gerçekte ise, tek başımıza uzaya hapsolmuş, hiçbir yere gidemeyen tutsaklar gibiydik. Ancak iki uydunun yörüngeleri tesadüfen kesişince bir araya gelebiliyorduk.” (s.131)