Serge ve Devrimci Edebiyat

Zamanında, 1970’lerde devrim ve anarşi temalı pek çok önemli metin yayımlayan bir yayınevi vardı: Yöntem. Bu yayınevi, Angela Davis, Liviu Rebreanu gibi önemli yazarları basıp bir süre sonra ortadan kaybolmuştu. Serge de bu önemli yazarlardan biriydi. Yakın zamanda Ayrıntı Yayınları, Serge’nin iki metnini ve Yazın tarafından bir metnini yayımladı. Şu an üç metnine sahibiz, fakat zamanla bu sayı artacaktır, umarım. Serge, devrimci hareketin tam ortasında yer alıyor. Metnin çevirmeni Gülen Fındıklı’nın yazdığı önsözde, Serge’nin yedi farklı ülkede çalıştığını ve çeşitli hapishanelerde on yıl hapis yattığını öğreniyoruz. Bu metinde hapishanelerden birini mekan olarak kullanmış. Yaşadığı her şeyi, ateşli devrimciliğini de anlatıya katarak kaleme almış. İnsanlık dramlarından, iktidarların hapishaneleri baskılama araçlarına, kendi deyişiyle “değirmene” çevirmesinin sebeplerine kadar pek çok konuya değinmiş.
Serge, “Edebi yaratıcılıkla, bir kişinin tecrübesinin insanca içeriğini ve genel anlamını açığa çıkartmaya çalıştım.” (s. 7) diyerek edebiyatın işlevini sorguluyor. Edebiyatın, yaşantıyı yakalama, durdurma, anlama, yorumlama ve tekrar yaratma eylemleri için daha iyi bir yöntem olamayacağını savunuyor. Yazma eyleminin, “kişinin kolektif bilinçsizliğe saplanmasına yol açan karışık kuvvetleri maddileştirmek” için çok yönlü etkileri olduğunu belirtiyor. Istrati’ye yazdığı bir mektupta İçerdekiler için şöyle diyor: “Bu benim ya da birkaç kişinin hakkında yazılmış bir kitap değil. Toplumun o karanlık köşesine tıkılmış bütün insanları anlatıyor. Edebiyatın; kitleleri, bireyin kaderinin yoldaşlarının kaderiyle ortak oluşunu ve bireyin yoldaşları ile arasındaki bağlantıyı araştırması zamanının geldiğine inanıyorum.” (s. 11) Serge, hapiste geçirdiği yılları anlatırken olabildiğince objektif bir bakış açısına sahip, ama bu tutumda beliren çatlaklardan, sadece yoldaşlarının değil, tüm insanların iyiliğini istediği anlaşılıyor. Daha adil, daha insancıl bir dünyanın hayalini kurarak, böyle bir dünyada hapishanelere de gerek olmayacağını ifade ediyor.
İdeal dünya ufukta bir yerde bekliyor; bugün değilse de yarın belirecek, insanlar er geç o dünyaya ulaşacak. Galeano’nun bir sözünü buraya ekleyebiliriz: Ütopya ulaşılmaz gibi dursa da ilerlememizi sağlar, varmak için bir şeyler yapmış oluruz. Serge’nin metinlerinde bu varma isteğinin ağırlığı hissediliyor; hapse girer girmez kendisini hazırlayıp, dört duvar arasında yıllarını geçirecek olsa bile yarınını planlıyor. Geleceğin parlak günleri aklında, değirmende öğütülmemek için zihnini dinç tutması gerekiyor ve kendisine güç veren bir yarın hayali var. Kitaplar var bir yandan; defalarca okunup üzerine yazılan sayısız yazıdan ötürü neredeyse okunamaz hale gelmiş eserler, koğuş arkadaşı yoldaşlar, sosyal tecride alınmazlarsa dışarıdan gelen iyi haberler… Kısacası, davasına sadık bir adam için umudunu kaybetmek, ölmek mümkün değil.
Serge’nin anlatısında zamanın yıpratıcılığından etkilenmeyen, öylece duran sağlam bir kayanın gölgesini görürüz. Serge/anlatıcı, “Basit giyinişli bir adam, sabahleyin evimde yapılan bir aramada ele geçirilen belgeler için tutulan zaptın imzalanmasıyla ilgili olduğunu söyleyerek, baş yazarlığını yapmakta olduğum bir anarşist gazeteden beni aldı. Durumu anlamıştım ama telaşlanmadım, hapishane her zaman içimizde taşıdığımız bir şeydir çünkü…” (s. 13) diyor. Polis merkezindeki psikolojik ve fiziksel şiddete, günümüzden de aşinayız. İşkence gördükten sonra intihar eden gencin hikâyesi, yaşanan en yakın ve en ağır örneklerden biri. Anlatıcı, benzer örnekleri aktarırken hapishaneye giriyor; bin sekiz yüz yirmi beş gün boyunca parmaklıklar arasında kalacak, beş yıl. “Anarşist” olarak fişlendikten sonra hapishane hayatı daha da zor geçecek. Ülkeden atılmanın kıyısından dönmüşken, Paris’in bir bölümüne hep aynı açıdan bakmak, bakabilmek ve en sonunda özgürlüğe kavuşabilmek en büyük teselli.
İçeride de yapılacak işler var; her ne kadar yasaklanmış olsa da siyasi hareketleri içeride sürdürebilir, devrime yeni yoldaşlar kazandırabilir ve kendisini geliştirebilir. Sık sık alıntı yaptığı şiirler, birkaç çizginin arasından görünen gökyüzünün ulaşılmazlığını katlanılabilir bir sıkıntıya döndürürken, benliğine dört elle sarılıyor, yaşıyor sadece.
Otuzu aşkın bölüm var; kronolojik bir düzen olmasa da bazı bölümlerin belli bir olay etrafında döndüğünü, zaman çizgisine sadık kalındığını söyleyebiliriz. Hapse girmiş bir adamın inşasına odaklanmak önemli. Dış görünüşünden düşünme biçimine kadar, hapishane ilk saatten itibaren damgalıyor insanı. Kıyafetlerini döküyor, yakaları genişletiyor. Ortamda askılık namına bir şey olmadığı için elbiseler tepeden tırnağa darmadağın oluyor. Saatler, günler, haftalar ve yıllar aynılaşıyor; uzunca bir süre yürüdükten ve yeterince yorulduktan sonra gelen durgunluk gibi. O duyguyu bilir misiniz? Yeşim’le konuştuk bunu; o da aynı şeyi hissediyormuş. Diyelim ki bir yere yetişmeniz gerekiyor, yürüyorsunuz, çok yoruldunuz ama durmamanız gerekiyor. Kaşlarınızdan ter damlaları iniyor aşağı, ayaklarınız kopuyor ama yürümek zorundasınız. O âna kadar dinlediğiniz müzik acı vermeye başlıyor artık, kulaklığı ve hatta telefonu atıp yükünüzü hafifletmek istiyorsunuz. Adımlarınız, bedeniniz, ruhunuz ağırlıktan başka bir şey değil; her şeyi atıp kurtulmak istiyorsunuz ve o an boşluğa ulaşıyorsunuz. Hiçbir şey hissedilmiyor, sıkıntılarınız ortadan kayboluyor; sadece yürüyorsunuz. Hapishanede bu boşluk beş yıl boyunca sürmek zorunda. Anlatıcı, başkalarını gözlemleyerek kendisi için savunma mekanizmaları oluşturuyor bir yandan; mesela fotoğraf çekimlerini anlattığı bölümde, “Sadece iki ya da üç çeşit ifade vardır: hayvansal bir durgunluk, şaşkınlık ve utanç.” (s. 23) diyor. Karşılarında az sayıda iyi gardiyan var, geri kalanı mahkumlara böcek gibi davranıyor. Gardiyanlar hapishaneden emekli olana veya veremden ölene kadar orada yıllarını geçirmek zorundalar; bir nevi onlar da mahkum. Anlatıcı, bu geçişi şahane anlatmış. Asıl mahkumların kendileri olduklarını bilen gardiyanlar, mahkumları döverek veya aşağılayarak kendi mahkumiyetlerinden kurtulmaya çalışıyorlar ama bunu anlayabilecekleri bir düşünce yapıları yok. Tütün çiğneyip kart oynuyorlar, evlerine gidip eşlerini ve çocuklarını dövüyorlar, ertesi gün aynı eziyeti sürdürüyorlar. İhtilalciler, asiler, bohemler, proleterler, askerler, polisler, hırsızlar, katiller; hemen herkes gardiyanlara karşı birleşip ortak bir tavır koyabiliyor, normalde kanlı bıçaklı olsalar da. Hapishane, yapısı gereği insanları olabildiğince ayrıştırmaya çalışıyor; böylece iktidarın gücü artıyor ve kolektif muhalefet engellenmiş oluyor. Anlatıcı, hapishanenin mimarisine değinerek bu konuyu irdeliyor. Sayısız bölüm, sayısız koğuş, sayısız avlu var ama bunlar insanlar için değil; psikolojik savunma duvarlarını yıkmak için. Anlatıcı, bu mekanı Dostoyevski’nin Ölüler Evi‘ndeki hapishaneye benzetiyor. Aslında bu metnin, Dostoyevski’nin metninin daha yakın zamanda yazılmış hali olduğunu söyleyebiliriz. Gerçi burada oradaki gibi ağır bir açlık problemi veya idamı beklemenin yarattığı tahribatın yıkıcılığı yok; en azından oradaki kadar ağır değil ama her çağın kendine özgü “ruh ezme” mekanizmaları var ve bu çağdaki mekanizmalar, insanın değişen yapısına uyarlanmış durumda. Her türlü korkunç işte. “Hiçbir şey bir saati diğerinden ayırmıyor: Dakikalar ve saatler bir işkenceyle geçiyor. Bir kere geçtiler mi de, boşluk içinde kaybolup gidiyorlar. Şu anki dakika sonsuz. Ama zaman diye de bir şey yok. Bir delinin mantığı mı bu? Belki de.” (s. 42) diyor anlatıcı.
Anlatıcı, hapishane ortamına yavaş yavaş alışıyor, yoldaşlarının dışında insanlarla tanışıyor; bazılarıyla arkadaş oluyor, bazılarını gözlemlemekten öteye gitmiyor. Yirmi yıldır orada olanlarla hapishaneye yeni girenler arasında pek bir fark gözükmüyor başta. Zaman geçtikçe “değirmen” işini görmeye başlıyor ve yaşlıların nasıl hayatta kaldıklarına dair hikâyeleri çıkıyor ortaya. Bazıları dayanamıyor; birkaç yıl sonra hayatını kaybedenler genellikle umutsuzluktan ölmüş oluyor. Görünürde büyük bir sağlık problemi yok ama vücut sağlıksız görünüyor bir süre sonra. Yüzün rengi kayboluyor, insan yavaş yavaş siliniyor. Yatağa düştükten sonra kurtulmak için yapabileceği pek bir şey yok; ölüm zaten başlı başına bir kurtuluş. Çoğu insanın hikâyelerine dokunuyor anlatıcı; kara sevda yüzünden sevgilisini veya sevgilisinin aşığını öldürenler, hırsızlık yüzünden hapsedilip içeride tekrar hırsızlığa başlayanlar, gardiyanlarla bir olup mahkumlara eziyet eden mahkumlar; her çeşitten insan ve anlatmakla bitmeyecek hikâyeleri anlatının büyük bir bölümünü oluşturuyor.
20. yüzyılın başlarındaki Fransa’ya bir hapishane üzerinden bakma şansımız var. I. Dünya Savaşı çıkınca şehirler boşalıyor ve Almanların yaklaştığının göstergesi olan top sesleri duyuluyor. Gardiyanlar ve mahkumlar arasındaki ilişki pek değişmese de, Almanların olası bir işgali sırasında hapistekilere ne yapacakları merak ediliyor. O dönemde asker kaçakları da hapishaneye geliyor; vatanlarını savunmadıkları için kötü karşılanıyorlar. Dreyfus’un yankıları hâlâ sürüyor ve savaş sırasında dava tekrar hatırlanıyor. Anlatıcı, bir iki yerde bu meseleye değinse de, dava sürecini düşünerek okursak savaş zamanının psikolojisini, hapishanedeki rütbeli ve rütbesiz askerlerin üzerindeki baskıyı daha anlaşılır hale getirebiliriz. Sonuç olarak, bu metin bir panorama sunuyor; bir devrimcinin anıları, en edebisinden. Gerçekten iyi bir metin, bir döneme yakından bakmak isteyenler için.

















