Saffet Murat Tura’nın Ön Sözüne Dair Düşünceler

Saffet Murat Tura’nın yazdığı önsözde, nörobilimin ulaştığı noktalar üzerine hayal gücünü de kullanarak yaptığı çıkarımları takdirle karşılıyor. Ramachandran’ın heyecanını hissettiğini ifade ediyor. Bununla birlikte, Ramachandran’ın sübjektif yaşantılar ile beyindeki nöral ateşleme örüntüleri arasındaki ilişkiye pek değinmediğini belirtiyor. Tura, bu konuda birçok karanlık nokta bulunduğundan, yazarın belki de pratik nedenlerden ötürü bu meseleye daha az dikkat ettiğini vurguluyor. Ramachandran, benzer bir noktaya parmak basarak spekülasyon yapma cesaretini gösterdiğini metninde ifade ediyor; doğrudan bilim insanlarına hitap etmeden, az da olsa meraklı okuyucuları düşündüğünü belirtiyor. Henüz elde edilmemiş bilimsel verilerin gölgesinde, bilimin ulaştığı en son noktayı anlatıyor ve ötesine geçerek sufilerden, Ömer Hayyam’dan, Hint tanrılarından alıntılar yaparak sezgisel bölgenin sınırlarında “şahsi Odysseia” olarak adlandırdığı yolculuğunu sona erdiriyor.
Beynin hangi bölgesinin ne işe yaradığını az çok biliyoruz. Bunun yanı sıra Ramachandran, psikiyatri ve psikolojiden de yararlanarak disiplinlerarası bir bakış açısıyla bilinmeyenleri biraz aydınlatıyor. Geleceğim oralara, yazarın ne yapmaya çalıştığını anlattığı bölüme geçeyim. “Pozitif bilimlerin gölgesinde debelenen on yılların ardından” nihayet nörobilim çağının geldiğini dile getiriyor. Kısa bir tarihçe sunarak, algı, duyu ve bilişle ilgili ortaya çıkan birkaç teoriden sonra bilimsel ilerlemelerle ne tür gelişmeler yaşandığını ele alıyor. Büyük Birleşik Teori (Her Şeyin Teorisi?) henüz ufukta görünmüyor; bilimler diğer bilimlerden destek alarak ilerlemeye devam ediyor fakat nihai bir son için çok erken olduğu sonucuna varıyor. Belki de o kadar erken değildir; nörobilim canavar gibi ilerledikten sonra Freud’un savunma mekanizmalarının nörobilimsel temellerine ulaşmak, estetik ve sanatla ilgili beğenilerin kökenlerini nörobilimde bulmak heyecan verici bir durum. Ramachandran, bu tür birçok nefes kesici çıkarımda bulunuyor. Aslında, bu araştırmalar bir nevi insanı insan yapan özün peşinde koşma çabası olarak da görülebilir. Algıladıklarımızın işlenişinden ibaret olmadığımızı düşünen yazar, ara ara tanrıların “yaratılmasıyla” oluşan düşünceler tarihine uzanarak, nörolojinin ışığında binlerce yıllık söylencelere kadar gidiyor. Kendisi inançlı biri olduğunu söyleyebiliriz, tabii ki bilimin ışığından uzaklaşmadan.
Neyse ki, Bizi “Biz” Yapan Hikâyeler‘de insanın örüntülerden ibaret bir benlik algısına sahip olduğundan bahsediliyordu. Ramachandran, bu görüşün somut kanıtlarını da ortaya koyarak bilinci oluşturan ögelere eğiliyor. Evrimden hareketle insan-maymun zihnini kıyaslayarak, farklı bir tür olarak tarih sahnesinde yerimizi aldıktan sonra beynimizde ne tür bilişsel gelişmeler yaşandığını, sonrasında ise hikâyelerimizi bir arada tutma konusunda beynin ne tür işlemler yaptığını ve bu işlemlerin bozulmasıyla ne gibi nörolojik rahatsızlıkların ortaya çıktığını kısaca anlatıyor. Son bölümdeki rahatsızlıklar gerçekten çok ilginç. Çoğunu zaten biliyoruz; Ramachandran, alanında oldukça tanınmış bir isim olduğu için pek çok deneyine ve yürüttüğü sağlık süreçlerine başka metinlerde de rastlamıştık. Örneğin, ayna olayı. En az iki yerde rastladım buna. Hayalet el sendromu yaşayan bir birey, kesilen elinin kaşındığını ifade ediyor; sol eli kesilmiş olsun. Ramachandran, aynalarla öyle bir düzenek kuruyor ki, sağ beyine giden sinyalleri yönetiyor ve sağ beyne bağlı olan sol elin yokluğunu beyne “hatırlatıyor”. Böylece, hayalet ağrılar ve kaşıntılar ortadan kalkıyor. Bunun gibi pek çok örnek var; hepsi son derece ilginç. Onca teknolojik gelişmeye rağmen ilkel deneylerin de oldukça başarılı olabileceğini özellikle vurguluyor. Sırf aynalarla oluşturulan bir düzenek, bu zamanda bile beyinle ilgili pek çok buluşa kapı aralayabilir, bu gerçekten etkileyici. Benzerlerini Oliver Sacks’ın metinlerinde de okuduk; zaten hocası Sacks’e teşekkür ediyor yazar. Anlaşılan o ki, yaptığı işe hocası kadar bağlı birisi Ramachandran.
Her şeyi anlatmak istiyorum ama bu mümkün olmayacak; mevzuları kısaltırken canına okuyacağım. Bu yüzden olabildiğince yüzeysel gitmeye çalışacağım. “Giriş” bölümü, sıradan bir kuyruksuz maymun olmamamızla alakalı. “İnsanların ortaya çıkışının ışığında, evren bir anda kendi varlığının bilincine vardı. Bu gerçekten de her şeyin ötesinde bir gizem.” (s. 31) İnsana özgü birkaç meseleyi özetliyor yazar; sinestezi, bu meselelerden en önemlisi. Beynin farklı bölgelerinin birlikte çalışması ve sinyallerin yanlış bölgelerde değerlendirilmesiyle ortaya çıkıyor. Sinestezinin öneminin anlatımı için genişçe bir yer ayrılmış. Başka bir hastayı izlerken o hastanın acısını hisseden adam da son derece ilginç bir örnek; ayna nöronlarla bu adam sayesinde tanışacağız. Başkası acı çekerken, kendi beynimizdeki acı çekme bölgesinde havai fişekler patlatan ayna nöronlar nedir, ne işe yarar? Başkalarının hareketlerini aynen tekrarlamamak, evrimsel süreçte mi kazanılmış? Bu tür sorular var. Ayrıca, eğretileme körlüğü, evrimin beyni korumak için “dahilik” bölümünü tamamen kapatması veya dahiliği damla damla vermesi gibi olaylar, ilk insanlar ile insan benzeri kuyruksuz maymun türleri arasındaki ölümcül farkı yaratmış olabilir. Aynı zamanlarda yaşayıp geriye bir tek bizim türümüz kaldıysa, nöral kombinasyonların bu duruma etkisini incelemek gerekiyor. Ramachandran’ın çocukluğundan beri yapmak istediği şey bu. Tabii, meselenin geçmişine değinmeden olmaz; ilham aldığı isimleri sıralarken Owen ve Huxley adlı iki bilim insanının farklı görüşlerine de yer veriyor. Owen’a göre Tanrı’nın muhteşem kullarıyız; Huxley’ye göre ise Darwin’in açtığı yol son derece mantıklı ve makul. Ramachandran, doğadaki geçiş evrelerinin -katıdan sıvıya, gaza falan- insanın kökenlerinde de görülebileceğini ifade ediyor. Sonuçta, milyonlarca yıl boyunca canlılar evrim geçirdi ve bir gün düşünce yetimiz gelişti. Bu, adeta sihir gibi. 150 bin yıl önce kilit beyin yapıları patlar gibi gelişti; bu süreçle ilgili çok az şey biliyoruz, çünkü yeterli veri ve incelenecek kaynak yok. Fazla uzamadan mevzu, beynin yapısına geçiyoruz. Nerede neyin bulunduğuna dair bilgiler, neresi zarar görürse o an uykudayken boğazınızı sıkmaya başlar veya hiç kimseyi tanıyamazsınız gibi birtakım malumat var. Ardından hayalet uzuvlara ve esnek beyinlere geçiyoruz. Temporal lob epilepsisi geçiren hastaların Tanrı’yı hissettiklerine inandıklarını söylüyor Ramachandran; sanki beynin aslında orada olan ama yokmuş gibi davranan bir bölümü açığa çıkıyor. Garip bir şekilde, beyindeki her bir bölüm diğerleriyle bağlantılı. Ayna nöronları sayesinde farklı bölgelerde farklı etkilere yol açıp insanlara hayalet uzuvlarını hissettirebiliyorlar. Yine kesik ele döneceğim; bir hasta, yüzünün bir bölümüne dokunulduğunda elini hissedebildiğini belirtmiş. Başka metinlerde de farklı örnekler var; örneğin, kör olduktan sonra ses dalgaları sayesinde bulunduğu ortamın görsel bir haritasını çıkarabilen bir adamın hikâyesi oldukça ilginçti. Beynin görmeyle ilgili bölgesine işitme duyusu el koyuyor gibi düşünebiliriz; bir nevi açığı kapama olayı. Beyindeki her şey geçişken ve dinamik, bir sınır yok gibi gözüküyor. Beyin statik değil, her an değişiyor. “Doğal seçilim sayesinde beynimiz, zihinsel evre geçişlerimizi kontrol etmek adına öğrenme ve kültürden faydalanma yetilerimizi geliştirmiştir. Kendimizi Homo plasticus olarak adlandırmamız da mümkün.” (s. 69) Görmenin işlevinin, arkamızda olabildiğince çok bebek bırakmak olduğu söyleniyor; bu kültürün sürmesi için önemli bir durum. Kolektif bir zihnin devamlılığı. Bu durumda, çocuk yapmamayı isteyenlerin, çocuk yapmayanların toplumca dışlanmasının bir başka açıdan değerlendirilmesi gerekiyor. “Çocuk yapmak için iyi görmeliyiz” gibi bir önerme tartışmaya açık tabii; bunu es geçerek yolaklara geliyorum, görme duyusunun parçalarına. Kısaca şöyle söyleyebilirim: Etrafınızdaki sivri köşeli nesneleri görüp yuvarlakları göremeyebilirsiniz; bazı renkleri göremeyebilirsiniz, tanıdık yüzler yanınızdayken size yabancı gelir ama odadan çıktıkları zaman, yan odadan telefon ederlerse onlarla muhabbet edebilirsiniz; bütün hatıralar geri gelir. Görmek, başlı başına şahane bir olay ve beynin en çok uğraştığı meselelerden biri olduğu için, en ufak bir arızada hayatı cehenneme çevirebiliyor. Daha da kötüsü, bu cehennemden haberimiz olmayabiliyor.
Sinestezi Üzerine Düşünceler
Sinestezi ile ilgili bölümde, “Farklılaşmış ilkel beyin” gibi bir benzetme yapıyor Ramachandran. Duyuların birbirine girdiği ve beynin uzmanlık alanlarını parçalara ayırmadığı bir zihne sahip olduğumuzu düşünüyoruz. Örneğin, kırmızı bir sekiz; dokunulduğunda ağızda şeker tadı bırakan bir bitki. “En yaygın sinestezi türünün rakam-renk sinestezisi olması ve beyindeki rakam ile renk alanlarının birbirlerine komşu olması gerçekten bir tesadüf olabilir mi?” (s. 135) Bir bölüm, başka bir bölümle iç içe geçiyor; veriler oradan oraya savruluyor ve sonra bulutlara bakınca parmaklarımızla pamuk topağına dokunur gibi hissediyoruz. Ayrıca, mutant bir genin varlığından bahsediliyor; bu mutasyon doğal seçilimle ortadan kaldırılmamış ve bazı antidepresanlar tarafından etkisi geçici olarak ortadan kaldırılabiliyormuş. Buradan yavaş yavaş sanatçılara ve sanata geliyoruz; Nabokov, Pollock, Kandinsky ve daha birçok sanatçının sinestezik olduğu biliniyor. Eğretilemelerle sinestezinin bağlantılı olabileceği, hatta eğretilemenin sinestezi yardımıyla ortaya çıkmış olabileceğinden bahsediliyor. Hayal gücü, cinas, varsayım, yaratıcılık; hepsi sinesteziye yol açan mutant bir genin ürünü. Vay! Şu çok daha ilginç bir nokta: “(…) Benzer bir sav, insanlardaki şizofreni ve bipolar bozukluğun nispeten yüksek oranları açısından da ortaya kondu. Bu rahatsızlıkların köklerinin hâlâ yeryüzünden kazınmamış olması, belki de hastalığı yol açan kimi genlerin bir şekilde -örneğin yaratıcılığın, zekânın veya soyut sosyal-duygusal yetilerin artması gibi- avantajlar sağlıyor olmasındandır. Yani insanlık bu genleri gen havuzunda muhafaza ederek yarar sağlar, fakat maalesef ciddi bir azınlık da talihsiz bir yan etki olarak bu genlerin kötü birleşimleriyle baş etmek zorundadır.” (s. 153) Bu kısmı okuduktan sonra aydınlandım; taşların çat çat yerine oturduğunu hissettim. Ayrıca “Marslı” renkleri görmek, hiç duyulmamış sesleri duymak, dilin ortaya çıkışı gibi meseleler de yine bir ölçüde sinesteziyle alakalı.
Dil kısmında, dilde eğretilemenin ortaya çıkışı en az yukarıdaki konular kadar ilginç bilgiler içeriyor. Aynı şekilde otizmli bireylerin zihinlerindeki kendilik farkındalığı eksikliği de oldukça önemli. Bu metin aşırı derecede önemli; benliğin ne olduğuyla azıcık da olsa ilgilenen herkesin mutlaka okuması gereken bir eser. Lütfen okuyunuz.

















