featured
  1. Yazılar
  2. Kitap İnceleme
  3. Manganelli ve Centuria: Edebiyatın Sınırlarını Aşan Bir Deneme

Manganelli ve Centuria: Edebiyatın Sınırlarını Aşan Bir Deneme

Manganelli ve Centuria, edebiyatın sınırlarını aşarak okuyuculara yeni ufuklar açan bir deneme. Bu eser, hayal gücünün ve anlatımın gücünü keşfetmek isteyenler için vazgeçilmez bir başvuru kaynağıdır.

service
0
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Manganelli ve Centuria Üzerine Düşünceler

Manganelli ve Centuria Üzerine Düşünceler

Şiir yazan yazarların not defterlerine, buldukları her kağıda şiirlerini yazma alışkanlıkları düşündürücü bir imge sunuyor. Acaba bu şairlerden hangisi daha çok Orhan Veli Kanık’ın öznel dünyasına, hangisi Behçet Necatigil’in melankolisine yakın? Ben, bu durumu daha çok Necatigil’e yakıştırıyorum. Her bir kağıdın, onun için yazılan bir şiir gibi ev olarak düşünüldüğü hayali hoşuma gidiyor. Evin içine yazılan ev, insanlar ayrı evler. Mekanı açan mekanlar çevrelenmiş, kapalı ama iki kısıt birbirini genişletebiliyor. Bu durum, edebiyatın sınırlarını aşan bir olasılık sunuyor.

Richard Brautigan’ın eserlerini okurken, yazdığı şiirleri tohum kılıflarına yazdığını öğreniyorum. Bu kağıtları toprağa attığınızda bir süre sonra yeşerecektir. Kağıdın kendini doğuran kaynağa dönüşmesi, yazma eyleminin doğası üzerine düşündürücü bir etki yaratıyor. Biçimlerin, formların yazma edimini doğrudan etkilemesi ilginç bir olgu. Manganelli’nin bu konudaki kendi hikâyesi de dikkat çekici. Ancak önce Semi Rifat’ın çevirmenin önsözüne bakalım; çünkü anlatacağım şeyler bu önsözden yola çıkıyor.

“Centuria”, Latince’de Roma lejyonlarının yüz kişiden oluşan temel birimini ifade ediyor; bir takım, bütünlük. Manganelli’nin Boccaccio ve Nostradamus gibi eserlerden esinlenmiş olabileceği düşünülüyor. Fakat elimizde sadece bu kitap var, diğer yüzlüklerin çevirileri mevcut değil. YKY, yazarın tavanarası bir metnini daha basmış, o kadar. Tavanarası, zamanında iyi yazarların eserlerini basmış. Mario Benedetti, Erlend Loe ve birkaç başka yazarın metinlerini yayımlamış; bu çaba ne yazık ki yeterince karşılık bulmamış. Ancak, yine de hoş bir denemeydi.

Centuria, 1979’da Viareggio ödülünü kazandı. Bu süreçte Manganelli, Italo Calvino ile tanıştı; Calvino, metni çok beğenip Fransız yayınevlerine önerdi. Metin, Fransızcaya çevrilip basıldıktan sonra geniş bir kitleye ulaştı. Fransızların aşina olduğu bir biçeme sahip olması, beğenilmesinin doğal bir sonucu. Rifat, metnin içeriğini şöyle özetliyor: “Yüz kısa anlatıdan oluşan ve ‘Yüz küçük ırmak romanı’ alt başlığını taşıyan Centuria, klasik ya da modern anlamda bir roman değil; birden yüze kadar numaralandırılmış bu anlatılar, hangi numarayı taşıyorlarsa o numarayla adlandırılırlar. Her biri kendi içinde bir evren olan mikrokozmoslardan oluşmuş bir makrokozmos olarak algılanabilir. Tarihsel ya da coğrafi iletilerden yoksun olan bu küçük ‘bütünler’de, anlatılanlar kim oldukları belirsiz, tanınmayan kişilerle, fantastik varlıklarla ve kişileştirilmiş soyut kavramlarla ilgilidir.” (s. 9)

Rifat, bu anlatı dünyasının bir araya getirdiği sayısız kapıdan da bahsediyor; yaşayanlarla ölülerin bir arada bulunduğu, masal kahramanlarıyla günümüz insanının mücadele edebildiği bir kurmaca biçimi sunuluyor. Manganelli, bir röportajında normalden biraz daha büyük boyda daktilo kağıtları kullandığını ve bir sayfayı geçmeyecek şekilde anlatılar kurma fikrinin o kağıtlar sayesinde aklına geldiğini belirtiyor. Elinde o kağıtlar olmasaymış, bu metni asla yazamazmış. Başka bir röportajında sadece kağıtların bir yüzünü kullanma kararı aldığını ve kendine bazı kurallar koyduğunu ifade ediyor. Anlatılardaki karakterler hiçbir şekilde birbiriyle karşılaşmayacak; her anlatı kendi kendine yetecek şekilde tasarlanmış.

İlginç bir noktada, Manganelli’nin karakterlerinin benzer davranış örüntülerine sahip olabileceği, farklı parçalarda farklı biçimlerde ortaya çıkabilecekleri gerçeği var. Yine de bu parçaların bağımsızlığını koruduğu ve yazarın niyetinin parçaları eser miktarda bağımsızlaştırdığı söylenebilir. Bir ayda yazılan bu parçalar, her gün üç parça olarak oluşturulmuş. Belki de üçlü üçlü okumak daha faydalı olabilir; böylece farklı bağlar ortaya çıkabilir. Ben kitabı daha çok düz bir biçimde okudum; parçaların anıştırdığı başka parçaları not almaktan fazlasını yapmadım. Okur, buna kendi tarafından bir anlam katacaktır.

Calvino’nun önsözüne geldiğimizde, Manganelli’nin 1964’te çıkan ilk kitabıyla birlikte İtalyan edebiyatına yeni bir soluk getirdiğini belirtiyor. “Zamanı gelmişti. İtalyan yazını yirmi yıldır benzersiz bir yazara, her tümcesiyle eşsiz, dil ve düşünce oyunlarında tükenmez ve dayanılmaz bir yaratıcıya sahip artık: Şimdiye kadar da Fransızcaya hiç çevrilmemişti yapıtları.” (s. 11) Calvino, Manganelli’yi önceden tanıyor gibi görünüyor; Manganelli soyadı, Corriere della Sera ve büyük tirajlı haftalık yayınlarda sıkça geçiyormuş. Manganelli’nin Rönesans ve Barok arasındaki İtalyan anlayışına bağlı olduğunu, bu yüzden edebi açıdan en yalnız kişi olduğunu ifade ediyor. 19. ve 20. yüzyıl edebiyatına oldukça uzak, eski zamanların sesini günümüze getirip yeninin biçimini şekillendiren bir yazar olarak Manganelli, geleneği ve avangardı bir arada taşıyor.

Calvino, yüz parçanın birkaçını konuları itibarıyla bölümlere ayırmış. Benzer temalara sahip parçalar sırayla okunabilir; birden yüze sırayla okumak zorunlu değil. Ben sıradan bir okuma gerçekleştirdim; otuz parçalık aradan sonra aynı noktaya çıkan anlatıları birbirine bağlamak, iyi bir okur çalışması olabilir. Yine de okurun kendi başına keşfedeceği birçok şey vardır.

Adamların olgulara göre biçimlenen yaşamları temel bir izlek sunuyor. Seksen dördüncü parçada, yaşamının alegorilerden oluştuğunu fark eden bir adam var. Gece yarısı uyanan bu adam, yaşamıyla ilgili bambaşka bir bilinç boyutuna geçiyor. Yanında yatan eşi belki bir adalet alegorisi, belki bir disiplin alegorisi. Evlenmelerinden önce kadın, yaşam alegorisiydi; evlendikten sonra dünya alegorisi haline geldi. Çocuklar gelecek alegorisi, sevgilisi ise küçük düşme alegorisi olabilir. Kendisi ise alegorileri anlamada yetersizlik alegorisi olarak belki de tasvir edilebilir.

Bir daktilo kağıdı iki sayfaya denk geliyor; hep iki sayfalık parçalar okuyacağız ve açık metinlerden kendi anlamlarımızı çıkarmaya çalışacağız. Sekseninci bölümü Bokun Tarihi‘ni okuduktan sonra okumak, iki metni birbirine bağlayarak genişletir, bu da iyi bir okuma deneyimi sunar. Tuvalet bekçiliğine atanan adam, başlangıçta onurunun kırıldığını düşünür. Ancak insanların gelip geçişlerini gördükçe, tuvaletin, dışkının, besinin ve yaşamın ne olduğunu tekrar düşünerek boşaltım işleminin yan anlamlarını görmeye başlar. İşemek, ölümü kabul etmek demektir. Kentin farklı yerlerinden gelen insanlar yan yana durur; işlerini görür ve aynı yok oluşun bir parçası haline gelirler. Cinsel organların kullanım biçimi, insanların çözemediği bir belirsizlik yaratır; yüzlerdeki durgunluğun bir sebebi de bu anlam krizidir. Çürümenin ironik bir yanı vardır; eğer sürmezse, başka tür bir çürümeyi beraberinde getirecektir. Karbon bazlı yaşam formuna sahip olduğumuz için, oksijeni ve evrensel çözücü olan suyu bedenimizi ortadan kaldırmak için yegane etkenler olarak görebiliriz. İşin kötüsü, bunlara muhtacız ve yok edicilerimizle birlikte var olmak zorundayız. Süreğen çürümeye boyun eğmek, ilahi bir yönelimi doğurduğu için tuvalet bekçisi “kendi çişliğini bir kilise, kendini de ayin yöneten bir papaz” olarak görmeye başlıyor; bu durumu oluşa boyun eğmenin alegorisi olarak ele alabiliriz.

Doksan dokuza bakıyorum; dünyadan kurtulmaya çalışan adamın beden hareketleri dikkat çekici. Teslim olma pozisyonunu arıyor, fikrince bu pozisyonu bulabilirse zihinsel olarak bu dünyadan kurtulabilir. Bedenin biçimi, zihni özgür bırakabilir. Bedenin isyanlarına tanıklık etmesek de, dünyanın yarattığı ağrıya rastlarız. Bacaklar, dünyayı sert ve acı çektiren bir kılıf olarak algılar; kollar, kurtuluş organlarıdır ama dumura uğradıkları için bacaklarla aynı işleve sahiptir, ağrı yaratır. Tırnaklar için dünyanın başka önlemleri vardır; tırmalama eylemi acı vericidir. Dünyanın başlangıcına ulaşmaya çalışan adam, bütün istencini bir araya getiriyor. Ölümün yanında yürür gibi, işkenceyi kabullenip teslim olma anı geldiğinde bedeninin gerçekten de kurtulduğunu görür ve nihayetinde uykuya dalar. Dünyadan kurtulmanın en güzel yolu olarak övgüyle anılabilir.

Yüzüncü parçada tipik bir oyunculuk var; bu parça Calvino’nun metinlerini andırıyor. Bir yazar, bir yazar üstüne bir kitap yazıyor; ikinci yazar iki yazar üzerine iki kitap yazıyor. Kitaplar ve yazarlar artıyor. Sonra kurgu tepetaklak ediliyor ve yazarları yazan ilk yazarın sonunun gelmesiyle metin sona eriyor. On numara bir son; parçaların hepsini derleyip toparlıyor.

Bu metni aylar önce alıp okuma sırasına koymuştum ama Twitter’dan “Eve Sığmayan Oda” elimi çabuk tutmamı söyledi. Kendisiyle bir süredir iletişim halindeyim; zevkine güvendiğim iki üç insandan biri olduğunu söyleyebilirim. Buradan da kendisine teşekkür ederim; Manganelli’nin ertelenmemesi gereken bir yazar olduğunu söylediği için. Manganelli gerçekten de ertelenmemeli. Yenilikler taşıyan bir biçem kurmuş, şahane. Nitelikli okurun ve yazarın ilgisini çekecektir.

0
be_enmek
Beğenmek
0
komik
Komik
0
sinirli
Sinirli
0
s_k_c_
Sıkıcı
0
_a_rmak
Şaşırmak
Manganelli ve Centuria: Edebiyatın Sınırlarını Aşan Bir Deneme
+ - 0

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Binbir Kitap ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Uygulamayı Yükle

Uygulamamızı yükleyerek içeriklerimize daha hızlı ve kolay erişim sağlayabilirsiniz.

KAI ile Haber Hakkında Sohbet
Sohbet sistemi şu anda aktif değil. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.