featured
  1. Yazılar
  2. Kitap İnceleme
  3. Harold Bloom ve Boccaccio Üzerine Düşünceler

Harold Bloom ve Boccaccio Üzerine Düşünceler

Harold Bloom'un edebi eleştirileri ve Boccaccio'nun eserleri üzerine derinlemesine bir bakış. Bu yazıda, iki büyük düşünürün perspektifleriyle edebiyatın zenginliğini keşfedin.

service
0
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Harold Bloom, edebi eleştirisi sırasında Chaucer üzerinden Boccaccio’ya değiniyor. Bloom, Batı Kanonu’nun oluşumunda Boccaccio’nun önemli bir etkisi olduğunu belirtse de, Shakespeare’in ilham aldığı isimler üzerinde yoğunlaşmayı tercih etmiş. Dante ve Chaucer, eleştirinin merkezinde yer alırken, Boccaccio için ayrı bir bölüm tahsis edilmemiş. Bununla birlikte, Chaucer’ın Şubat 1973’te Floransa’da dolaşırken, Dante’nin ölümünün üzerinden yarım yüzyıl geçmiş ve Boccaccio ile Petrarca kısa bir süre sonra hayata gözlerini yummuş. Chaucer, bu iki önemli ismin eserlerinden ilham alarak, onlardan beslenmiş. Bloom, “endişe” kavramını ele alıyor ve Chaucer’ın bu iki isimden esinlendiğini savunuyor. Belki de Chaucer’ın metninde Boccaccio’nun adını anmaması, etkilenme endişesinin bir yansımasıdır.

Chaucer ve Boccaccio’nun metinleri arasında önemli benzerlikler bulunuyor; her iki yazar da hikâyelerini sırayla anlatan karakterler aracılığıyla öyküleme yapıyor. Hatta Chaucer, bir hikâyesini doğrudan Boccaccio’dan almış olabilir. Ancak, bu durum, Chaucer’ın Boccaccio’dan daha yetkin bir anlatım sergilediğini gösteren bir meydan okuma niteliğinde de olabilir. Her iki yazarın eserlerinde, hikâyelerin başlıklarında anlatılacakların özetleri verilirken, beklenmedik olaylar da anlatıyı farklı bir noktaya taşır. Tanrı’nın gölgesi, bu tür metinlerde sıkça sezilir.

Bloom’a göre, Chaucer’ın Dante’den uzaklaşmasının ve Boccaccio’nun ortaya koyduğu biçime yaklaşmasının nedenleri arasında, Dante’nin ölümünden sonra geçen elli yılda yaşanan toplumsal değişimler de bulunabilir. Burjuvazinin yükselişi, bu dönemde içeriğin ve biçimin değişmesinin tam zamanıydı belki. Ironik hikâyelerin “gerçek olmaması ya da hakikati yansıtması gerekmediği” fikri, Boccaccio’dan alınarak Chaucer’ın eserine yansıdı. Chaucer, İngiltere’ye döndüğünde otuzlu yaşlarında edindiği birikimini şahane bir metin oluşturmak için kullandı. Bloom’a göre Chaucer, “İngiliz Boccaccio” olarak anılmaktan nefret ederdi, zira Chaucer, çok daha iyi bir hikâye anlatıcısıdır. Şiir ve öyküyü ustalıkla birleştirerek, hikâye anlatımında ikisini de kullanmayı başarmıştır. Ancak, yine de hikâyelerini Boccaccio’ya borçlu olduğu gerçeği göz ardı edilemez.

Ferit Burak Aydar’ın çevirdiği Roman ve Halk‘a baktığımızda, Fox’a göre Ortaçağ’ın sonlarına doğru ticaretle uğraşan İtalyan ve İngiliz toplumlarının modern anlamda ilk hikâyeleri ortaya çıkardıklarını görüyoruz. Bu dönemde hikâye anlatımının içeriği kadar biçimine de önem verilmiş; erkekler ve kadınlar arasındaki merak, anlatım biçimlerini çeşitlendirmiştir. Fox’un Hazlitt’ten alıntıladığı bir bölümde ise Boccaccio’nun metni için de geçerli olabilecek bir değerlendirme yapılıyor: “Chaucer’ın karakterleri birbirinden yeterince ayrıdır ama kendi içinde çok az çeşitlilik gösterir, benzer önermeler oldukları hissini uyandırırlar. Chaucer’ın karakterleri tutarlıdır ama tekbiçimdir; başından sonuna kadar onlara dair bir fikir edinmeyiz; bunlara farklı bir ışık tutulmaz ya da tali özellikleri yeni durumlarda gösterilmez; bunlar tasavvur edilemez derecede doğruluk ve kesinlik gibi ayırıcı özellikleri olan ama aynı değişmemiş havayı ve tutumu muhafaza eden portreler ya da fizyonomik çalışmalar gibidir. (…) Yani Chaucer sadece hikâyesinin istediği kadarını, belli bir amaç için gerekli olanını anlatmıştır. (…) Chaucer’da karakterin özünün sabit olduğunu algılarız.” (s. 85) Boccaccio’nun karakterleri de benzer nitelikler taşımaktadır. Hümanist fikirlerin bin küsur yıldan sonra tekrar, bu kez daha köklü bir şekilde ortaya çıkmaya başladığı dönemde yazıldıkları için, karakter özelliği taşımıyorlar; tiplemeden öteye geçemiyorlar. Bu karakterler, dönemin ahlaki ve dini niteliklerinin aktarılması ve eleştirilmesi amacıyla kullanılıyor.

İnsanlık komedyasının versiyonlarından birinde rol almaktan öteye geçemediklerini söyleyebiliriz; kaderleri, hikâye anlatıcısının niyetiyle belirlenmiş durumda. Dolayısıyla, özgür iradeleri yoktur. Görece trajik, çoğunlukla komik kazalara göz atarız, hemen her öyküde kıssadan hisseye uygun olarak ders alırlar ya da ders verirler. Kurnazlık, cesaret gibi özellikleri sergileyen karakterler, aptallık yapanların cezalandırılmaktan başka seçenekleri olmadığını gösterirler. O dönemde aşka ve karşı cinse duyulan derin merakın bir ürünü olarak yüceltilir ya da aşağılanırlar; aşkın yarattığı duygulardan ziyade, aşkın bağladığı özne-nesne ikilisinin durumlarına göre değerlendirilirler. Kısacası, dönem insanının tek boyutlu özelliklerini yansıtırlar.

Boccaccio’nun Eserleri ve Çevirileri

Boccaccio'nun Eserleri ve Çevirileri

Metne dönüyorum; çevirmen Rekin Teksoy’un giriş yazısına bakalım. Boccaccio 1313’te doğmuş ve halkın konuştuğu İtalyanca ile yazmayı tercih etmiştir. Böylece, koca bir edebiyat tarihindeki önemli değişim noktalarından birini ortaya çıkarmıştır. Grekçe öğrenmiş, Petrarca okumuş ve Dante ile Petrarca’nın şiiriyle baş edemeyeceğini anlayınca şiiri bırakmıştır. Devlet kapısında görev alarak maddi sıkıntısını gidermeye çalışan Boccaccio, 1348’de Decameron‘u yazmaya başlamış ve 1351’de tamamlamıştır. “Decameron biçimsel yönleriyle ‘ortaçağ’ temalarına bağlı kalsa da, hümanizmanın tohumlarını taşıyan bir kültürün habercisidir.” ifadesi, Petrarca ile olan benzerliğine işaret eder. Boccaccio, 1350’de Petrarca ile tanışmış ve Petrarca’nın 1374’teki ölümüne kadar kitap değiş tokuşu yapmışlardır. İlginç bir olay ise, Boccaccio yaşlandığında bir din adamının ona “öbür dünyaya hazırlanması gerektiğini” söylemesi ve halk ağzıyla daha fazla yazmaması yönündeki tavsiyesidir. Bu durum Boccaccio’yu bunalıma sokmuş, o güne kadar yazdığı her şeyi yok etmeye kalkıştığında ise Petrarca’nın engellemesiyle kendisine gelmiştir. Petrarca, edebiyatın Tanrı’ya hizmet edebileceği düşüncesini savunarak, Boccaccio’nun yazmaya devam etmesinde bir sakınca olmadığını belirtmiştir. Boccaccio, bu olaydan sonra eserlerini Latince yazmaya başlamış ama zaten hikâyelerini çoktan öyküleştirmişti ve eseri başarılı olmuştu. Ortaçağ’ın bilinen hikâyelerini anlatmış olsa da, yeni biçim dikkati çekiyordu; “insanın mistisizme karşı koyuşu” başlı başına ilgi çekici bir yenilikti. Floransa burjuvazisinin hızlı yaşamı ve kentlerden gelip geçen insanların olayları anlatış biçimleri, yeni biçimin temellerini oluşturdu. Rekin Teksoy da müthiş bir çeviriyle bu metni okuyuculara sundu; neden böyle bir çeviriye giriştiğini ayrıntılı bir şekilde açıkladı. Önceki çevirilerde cinsellik sahnelerinin sansürlendiğini, bir dünya eksiklik olduğunu belirtiyor. Örneğin, Sadi Irmak’ın çevirisinde Ortaçağ anlatılırken, Fatih’in İstanbul’u alması gibi metinle ilgisiz fikirlere de yer verilmişti. Bu tür durumlar, bizim çevirmenler tarafından sıkça karşılaşılmaktadır; bir Dostoyevski çevirisinde de benzer şeyler olmuştu. “Bu gavurlar böyle derler ama en büyük Allah’tır,” gibi notlar düşebiliyorlar, bu da oldukça ilginç. Halikarnas Balıkçısı’nın da metinden iki öyküyü çevirdiği bir derleme için Teksoy, bu çevirileri beğenmiş ve “Keşke öykülerin tümünü aktarsaymış,” demiştir.

Decameron, yedi kadınla üç erkeğin on gün boyunca anlattıkları öykülerden oluşuyor. Arada Boccaccio’nun aldığı tepkilere cevap mahiyetinde kısa bir bölüm var; bu kesinti dışında on kişi her gün birer öykü anlatıyor ve toplamda yüz öykü okuyoruz. Yazar, aşık olduğu ve kavuşamadığı kadına göndermelerde bulunuyor; Boccaccio, bu kadın için roman yazmış ama yetmemiş olacak ki bu metinde de kadını anıyor. Kadının tutkusu yüzünden bir araya gelemediklerini dile getiriyor. Bu yüzden öykülerde kara sevdalar, ihanetler, aldatmalar ve kavuşmalar havalarda uçuşuyor. Yazar, kavuşamadığı aşkını ve dönemin karmaşık kadın-erkek ilişkilerini yansıtarak özellikle seçtiği halk hikâyelerini kaleme alıyor. Her bir gün için, günün konusu etrafında anlatılan on hikâye, hemen hepsi romans niteliği taşıyor ve kadınları anlatının merkezine konumlandırıyor. “Kadınlar örneğinde gördüğümüz gibi, yazgının, gücü olanlar destek vermede cimri davranışının haksızlığını bir ölçüde gidermeye çalışacağım. Seven kadınlara -bunların dışındakilere iğne, iğ, çıkrık yeter- destek olmak, kucak açmak amacıyla artık geçmişte kalan ölümcül veba salgınından kaçmak için bir araya gelen, yedi kadınla üç genç erkekten oluşan dürüst bir toplulukta on gün boyunca anlatılan yüz öykü, masal ya da meseli ve söz konusu kadınların sevdikleri için söyledikleri şarkıları aktaracağım. (…) Sözünü ettiğim kadınlar öykülerimi okurlarsa, hem öykülerin eğlenceli içeriğinden keyif alacak, hem de kaçınılması ya da benimsenmesi gereken davranışlar konusunda hiçbir çaba harcamadan yararlı bilgiler edinmiş olacaklar.” (s. 21) Sonrasında iç dünyası duyarlı olan kadınlar için uyarı niteliğinde bir paragrafla başlıyor metin; öykülerin kahkahalara ve özellikle gözyaşlarına yol açacağı belirtiliyor ve şenlik başlıyor. “Tanrının oğlunun insan kılığına girişinin bin üç yüz kırk sekizinci yılında” Floransa’da veba salgını baş gösteriyor. Doğu’da başlayıp Batı’ya kadar yayılan hastalığın yol açtığı toplumsal kargaşaya dair manzaralar sunuluyor. Ardından, bir kilisede, yas giysileri içinde bekleyen yedi kadına odaklanıyoruz. Pampinea adlı kadın, diğerlerine kilisede durmayıp yola çıkmaları gerektiğini söylüyor. Elissa söze girerek kendilerini yönlendirecek bir erkeğe ihtiyaç duyduklarını belirtiyor. O sırada kiliseye en gençleri yirmi beş yaşın üstünde görünen üç erkek giriyor ve böylece kadro tamamlanmış oluyor. Duraklarına doğru yola çıkıyorlar, varınca o gün için bir kraliçe seçiyorlar. Günün sonuna kadar kraliçe -sıra erkeklere gelince kral- tacını takıyor ve ertesi gün anlatılacak hikâyelerin konusunu belirliyor. Oyun oynamayı isteyenler, mağlupların üzüleceği düşüncesiyle bu istekten vazgeçiyorlar; herkes hikâye anlatmaya odaklanıyor. Chaucer’da girilen bir iddia yüzünden anlatılan hikâyeler burada ölümden uzak durmak için dile getiriliyor.

Öyküler son derece basit ve tek boyutlu. Burjuvazi eleştirisinin yanı sıra yozlaşmış din adamları da iğneleniyor. Tanrı’nın adı ne kadar saygıyla anılıyorsa, uçkurunun peşindeki rahipler o kadar lanetleniyor. Rahibeler için genellikle olumsuz bir eleştiri yok; hatta ilk günün öykülerinden biri bu konuda ilginç bir örnek sunuyor. Bir manastıra gelen, sağır ve dilsiz taklidi yapan, rahibelerce aptal olarak görülen ama aslında son derece zeki olan bir adam, zaman içinde her bir rahibeyle sevişiyor. Olayların ortaya çıkmasıyla birlikte adam yol alıyor, rahibeler de hiçbir şey olmamış gibi yaşamlarına devam ediyorlar. Katolik inancının sert yasaklarını hangi düşüncelerle deldiklerine dair birkaç açıklama da var. Tiplemelerden biri, Tanrı’nın affedici olduğunu, cinsellik günahının da affedilebilir olduğunu söylüyor. Bu tür değerlendirmeler, kadınların dilediklerince yaşamaları gerektiği fikrini öne çıkarıyor. Hayati ihtiyaçları karşılayamayan eşler ekarte ediliyor ve sonunda silkeleniyorlar. Aklını başına alanlar, kadınlarının sözlerini dinleyerek değişiyor ya da komşular tarafından dövülüp yollanıyorlar. Öykülerden şunu da anlayabiliriz; mahallelinin yargı konusunda yargıç kadar olmasa da bir gücü var. Hemen bir mahalle mahkemesi niteliği beliriyor; ardından iddialar dinleniyor ve suçlu olarak görülen karakterler cezalandırılıyor. Mahalleli hem yargıç, hem kolluk kuvveti, hem arkadaş, hem de dalavereci konumunda. Öykülerin içeriği bu minvalde ilerliyor. On öykü anlatıldıktan sonra ertesi günün kralı veya kraliçesi seçiliyor ve anlatılacak öykülerin konsepti belirleniyor. Kadınlardan biri, sevda türküsü söylüyor; ardından herkes uykuya dalıyor. Sonraki günün başında, betimlemelerle civardaki güzellikler anlatılıyor, yürüyüşler ve öğle uykuları sonrasında hikâye faslı başlıyor yine. Böylece yüz öyküye ulaşıyoruz. Bazı öyküler kısa, bazıları oldukça uzun. Her öykünün başında Teksoy’un düştüğü güzel dipnotlar var; örneğin, Boccaccio’nun yaşadığı muhitteki karakterlerin öykülerde yer aldığı bilgisi veriliyor. Ayrıca, La Fontaine’in pek çok öyküyü masallaştırdığına dair bilgiler de sunuluyor.

Boccaccio’nun olumsuz tepkiler üzerine yazdığı bölümle bitirelim. Dördüncü günün başında yazar, eserini bol bol övüp olumsuz eleştirileri cevaplıyor. Doğrudan kadınlara sesleniyor, kadınları çok sevdiğinden ve hoşlarına gitmeye çalıştığından bahsediyor. En sonunda da patlıyor: “Beni çekiştirenler ağızlarını kapatsınlar artık! Kızışmak için bana öfke kusacak yerde, yozlaşmış beğenilerine uygun olarak yaşasınlar titreye titreye. Beni rahat bıraksınlar, şu kısacık ömrümüzü bulandırmasınlar.” (s. 336)

Özetle, Boccaccio’nun Decameron‘u, yalnızca bir edebi eser değil, aynı zamanda dönemin sosyo-kültürel yapısını da yansıtan temel bir metin olarak öne çıkıyor. Bu eser, edebiyat tarihinin önemli kilometre taşlarından biri olarak okunmayı bekliyor.

Bu arada, Patrick Watson geliyor; iki ay sonra en önden izleyeceğim. Dün bu şarkıyı dinleyerek yeni yıla girdim, dursun burada.

0
be_enmek
Beğenmek
0
komik
Komik
0
sinirli
Sinirli
0
s_k_c_
Sıkıcı
0
_a_rmak
Şaşırmak
Harold Bloom ve Boccaccio Üzerine Düşünceler
+ - 0

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Binbir Kitap ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Uygulamayı Yükle

Uygulamamızı yükleyerek içeriklerimize daha hızlı ve kolay erişim sağlayabilirsiniz.

KAI ile Haber Hakkında Sohbet
Sohbet sistemi şu anda aktif değil. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.