Çehov ve Yazınsal Anlatımın Önemi
“Müsveddelerinizi düzeltirken gereksiz tasvirleri, sıfatları elden geldikçe çıkarmaya çalışınız!” diyor Anton Çehov, Maksim Gorki’ye yazdığı bir mektupta. “Mesela ben, ‘bir adam otların üzerine oturdu’ dediğim zaman bunu herkes anlar, o kişi otların üzerine oturmuştur gerçekten. Ancak ‘uzun boylu, dar omuzlu, kızıl sakallı bir adam, etrafına ürkek ürkek bakınarak, yeşil ve ezilmiş (hatta bir sıfat daha ekleyelim: ‘tezekli’) otların üzerine yavaşça çömeldi’ dersem, ilk okumada bunu kimse anlamaz!” diye ekler. Ardından şu önemli vurguyu yapar: “Kısalık ve açıklık, yazın dünyasında başarının kız kardeşidir, sevgili kardeşim.”
Öykü, bir anlatı sanatıdır ve birbiriyle bağlantılı olaylar bütünü (olay örgüsü), yalnızca yalın ve anlaşılır olduğu ölçüde okuru etkileyebilir. Çehov’un öykülerinde bu yalınlığın ve doğrudan anlatımın izleri açıkça görülür. Onun anlatılarında hep bir neden-sonuç ilişkisi vardır ve olaylar, öykünün evreninde anlam kazanır. Edebiyatta bu evrene “diegetic evren” denir. Bu anlatı, kurmaca ya da gerçekliğe dayalı olabilir. Çehov’un bu tekniği, yazın dünyasında kendisine özgü bir yer edinmesini sağlamıştır. Benzer bir öykü anlayışını Ömer Seyfettin’de de görebiliriz.
Bu açıdan bakıldığında, Çehov’un dili ve üslubu, döneminin diğer Rus yazarlarından belirgin şekilde farklıdır. O, mecazi anlatımı ve hicvi ustaca kullanır. Onun mizahi üslubu, farklı kültür ve eğitim seviyesindeki birçok insana hitap edebilir. İşte bu nedenle, Çehov’u çevirmek oldukça zorlayıcıdır; çünkü kültürel şakalar, siyasi mecazlar ve halk alışkanlıklarının hicivsel aktarımı, Rus yaşam tarzının nüktedanlığını yansıtmanın güçlüğüyle karşı karşıya kalınır. Bu durum, çevirmenlerin büyük bir sınavdan geçmesine neden olur.

Dolayısıyla, Nurullah Ataç’ın çeviriyi bir kadına benzeterek “sadığı güzel, güzeli sadık olmaz,” sözlerinden ve Talat Sait Halman’ın çeviriyi bir evliliğe benzeterek, “beklenmedik mutluluklar getirebileceği gibi, bunun tam tersinin de olabileceğini” ifade etmesinden yola çıkarak, ideal bir evlilik düşünülemeyeceği gibi, ideal çeviri de olmayacaktır. Bu bakış açısıyla çeviriyi genellemelerden kurtarıp nihai bir ürün ve yaratıcı bir çaba olarak değerlendirmek önemlidir. Diller arasında tam anlamıyla bir eşdeğerlilik olmadığı için çeviri sürecinde bilgi kaybı kaçınılmazdır. Basil Anderton, bu durumu şu sözlerle ifade eder: “Kültürel ve toplumsal farklılıklar, diller arası aktarımın kesinliğini engeller ve bu nedenle her çeviride bir anlam eksilmesi yaşanır.”
Her şeye rağmen, uzun yıllardır çeviri etkinliğini koruduğuna göre (özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra hızla artan bir ivmeyle) ve vazgeçilmez bir kültürel araç haline geldiğine göre, söz konusu anlam eksilmesinin öneminin ikinci planda kalacağı açıktır. Anlam eşdeğerliliğini temin eden çevirmen, aslında bir bakıma anlatıyı yeniden yaratır. Bu noktada kilit figür yine çevirmendir. Yapay zeka ve otomatik çeviri sistemleri ne kadar gelişirse gelişsin, bir metnin ruhunu yakalamak hâlâ çevirmenin sezgisine ve ifade yeteneğine bağlı olacaktır.
Acaba biz çevirmenlerin, özgün yazar karşısındaki duyarlılığı ne kadar becerebildiğimiz de belirsiz. Bu, iyi bir oyuncunun rolünü “hissetmesi” gibidir. Yazarın zihnine girmek ne kadar mümkünse, o kadar belirginleşebilir. Bu da yazarı ve üslubunu iyi tanımaktan geçer.
Çehov’un en belirgin yazınsal özelliği, doğrudan ve anlaşılır bir dil kullanmasıdır. Bu yaklaşım, çevirmenler için önemli bir rehber niteliği taşır. Onun hikayelerinde göze çarpan en büyük sanat özelliği üslubun gerçekçiliğidir. O, dış dünyayı olduğu gibi yansıtmaktan çok, insan ruhunu gözler önüne sermeye odaklanmıştır. Rus yaşamının karanlık ve mekruh yanlarını, öykülerinin içine ustalıkla gizlenmiş hicivsel anlatıyla vermiştir. Yoksulundan soylusuna, Rusya toplumunun her kesiminden sosyal sınıflarıyla -arabacısı, papazı, köylüsü, soylusu, eğitimlisi, eğitimsizi- her meslekten temsilcilerin birer geçit törenidir Çehov’un öyküleri. Sadece dış gerçekleri yazmakla yetinmez; aynı zamanda bir psikolog ve pratisyen hekim olan Çehov, insan ruhunu da apaçık ortaya döker. Bu kabiliyet, Dostoyevski’de de belirgindir. Ancak söylenebilir ki Rus yazarlarının hemen hepsinde, bir “psikolog” gözlüğü az ya da çok var olmuştur. Çehov’da ek olarak hayvanların iç dünyasını yansıtabilme yeteneği bulunur; bu başarısı Kaştanka adlı hikayesinde belirgin biçimde görülür.
Çehov’un hikayeleri, “minyatür öykü” standardındadır. O, kısanın başarısına inanmış bir yazardır. Evet, Rus edebiyatı çok çeşitli yönlerde gelişmiş olsa da ne Gogol ne Dostoyevski ne Tolstoy ne de Turgenyev, Rus edebiyatını sadeleştirmeyi Çehov kadar başaramadılar. Bunu sadece Çehov iş edindi ve “az sözle çok şey anlatabilme” sanatını yarattı. Belki sadece Tolstoy, Halk İçin Öyküler yazmaya başladığında bu tarza geçmeye çalışsa da “az sözle edebiyat” başarısını, o hikayelerinde ne kadar ortaya koyduğundan emin değilim. Onlar “ağır ve uzun edebiyatın” öncüleriydi.
Çehov çevirmenlerinin karşılaştığı en büyük zorluklardan biri, dil ve kültürün yanı sıra, eserde yer alan duygusal derinliğin ve ironinin doğru aktarımıdır. Fakat gereksiz tasvirlerden kaçındığı ve kısa ve anlaşılır bir dil kullandığı için bu zorluğu aşmak daha kolaydır, çünkü öykülerinde olay örgüsü ve karakterlerin gerçekçiliği daima ön plandadır. Zaman zaman kültürel şakalar ve siyasi mecazları çözümlemek zorlayıcı olabilir.
Yine de, Çehov çevirmek keyiflidir.