Ayhan Geçgin’in Uzun Yürüyüş adlı romanı, modern yaşamın karmaşası ve bireyin içsel çatışmaları üzerine derin bir yolculuk sunuyor. Roman, korunaklı yaşamını geride bırakan isimsiz bir kahramanın, yalnızca sırtındaki çantasıyla kendini yollara vurması ve insanların olmadığı, sessiz bir yere ulaşma arzusunu anlatıyor. Yürüyüş boyunca, bu karakterin derin düşünceleri ve içsel sorgulamaları sayfalara dökülüyor. Ancak, ben okuyucu olarak, onun içsel yolculuğuna neden çıktığını bir türlü anlayamıyorum. O da sürekli kendi kendine soruyor: Nedir bu? Tüm olup bitenler nedir, niçin buradayım, niçin hala yaşıyorum? Bu soruların ardındaki anlamı çözmeye çalışırken, sinizmin gölgeleri altında derinlemesine bir sorgulama bekliyorum ama bu da mümkün olmuyor. Haliyle, ben de ikna olmaktan uzak kalıyorum.
Roman, “Şehir” ve “Dağ” başlıklı iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde, kahramanımız parklar ve deniz kenarlarında gecelemelerle, açlıkla boğuşup çöp eşelemelerle geçen günler geçiriyor. Bu bölümde karşılaştığımız olaylar, romanın akışında bir belirsizlik yaratıyor. Uzun yürüyüş, onu Sur dibine götürüyor ve burada, kentsel dönüşüm mağdurlarıyla karşılaşıyor. Bu insanlar, onunla birlikte sabahlayıp, yiyeceklerini paylaşıyorlar. Ardından, kahramanımız bir hastanede gözlerini açıyor. Gezi direnişi sırasında, tırnak içinde “çapulcu” olarak tanımlanıp polis tarafından dövülmüş. Meğer Haziran 2013’teyiz… Uzun bir tedavi sürecinin ardından hastaneden çıkınca, karşısına ve bizlere bazı duvar yazıları çıkıyor: ALİ İSMAİL KORKMAZ, ÖLÜMSÜZDÜR! ETHEM SARISÜLÜK, YAŞIYOR! MEHMET AYVALITAŞ, ONURUMUZDUR! BERKİN ELVAN, UYAN ÇOCUK! Bu yazıların anlatılma nedeni nedir? Hiçbir ipucu olmadan, bu olayların neden anlatıldığına dair bir cevap bulmak güç. Belki de herhangi bir sokak serserisi ya da ayyaş tarafından, basit bir nedene bağlanmadan, bu hale getirilebilirdi. İstanbul’un karanlık köşelerinde kaybolmuş bir insanın çevresindeki toplumsal isyanlar ve fenalıklar bile, ona bir bilinç ya da farkındalık kazandırmıyor mu? Yoksa bu satırlar, geçerken bir selam çakmak için mi kitaba girmiş?
Şehri arkamızda bırakıyoruz… Daha az insan sesi, daha az gürültü… Artık yalnızca doğayı dinliyoruz. İstikamet, ikinci bölüm olan “Dağ”!… Mağaralarda geçen günler, toprakla, böceklerle, sürüngenlerle, otlarla doyurulmaya çalışılan bir mide… İlk bölümden sonra, ne bekliyorsam o gerçekleşiyor. Kalekol inşaatları, taş atan çocuklar, jandarmalarca tutuklanmalar, Suriye’deki savaştan kaçarken akrabalarını kaybeden küçük bir kızla ve gerillalarla geçirilen günler… Şüphesiz ki doğudayız! Ve bir önceki paragrafta dile getirmeye çalıştığım düşüncelerim iyice pekişiyor. Kahramanımızın yolu neden güneye ya da Karadeniz’e değil de doğuya düşüyor? Bu amaçsızca, nereye gittiğini bilmeden yürüyen adamın yolu, Ayhan Geçgin’in tercihidir elbette. Yazar, elini tutuyor ve toplumsal malzemenin daha fazla ve yakıcı olduğu yere doğru yönlendiriyor onu. Yazarımız yürüyor, o konuşuyor ve konuşturuyor…
Ayhan Geçgin’in Son Adım isimli üçüncü romanı da, kütüphanemde okunmayı bekliyor. Diğer romanlarını okuma hevesim, Uzun Yürüyüş ile bir nebze sekteye uğramış olsa da, şansımı denemeye kararlıyım. Aynı izlek ve sorunlarla karşılaşmamayı umut ederek…
Metis Yayınları, 2015, 1. Basım
Ayhan Geçgin (1970 – )