Öykülerin Derinliklerine Yolculuk

Öyküler, metinler olarak tanımlanan anlatı parçaları, edebiyatın büyülü dünyasında bizi farklı bakış açılarına yönlendiriyor. Tersten başlamak gerekirse, “Nuh gemisine şair almış mıydı?” adlı parça, cevabının metnini oluşturduğu bir soru ile başlıyor. Nuh, gemisine Şair’i almış, çünkü kurtuluşa kendisinden başka bir tek Şair inandığı için. Bu Şair, diğerleriyle birlikte olmaktansa, yalnızca kendine inanarak gemiye binmiş. Fırtına, bu çoğalmayı son bulsun diye dindirilmiş ve tufan sonrasında, küçük ‘ş’li şairler dünyaya yayılmış. Ancak zamanla, bu şairler büyümüş ve ‘ş’lerini de büyütmeye başlamışlar. Olmuş fakat, yeni parçalar üretmeye devam etmişler; hepsini ‘ş’in altına, üstüne ve ortasına iliklemişler. Kırkyamanın sonu, şiirlere varmış. Şair, tekrar tekrar ortaya çıkıp kaybolmuş.
“300. Yaşgünüm İçin Konuşma” ise, bir konuşmanın parçası. 200. yaşa kadar üç yılda bir yapılan, sonrasında beş yılda bire çıkan konuşmaların bir benzeri. Bu konuşmada, itirafın önceki konuşmalarda da geçip geçmediği belirsiz. Anlatıcı, bilimin sayesinde 400’e varmayı düşündüğünü belirtiyor; fakat yazdıklarının demodeliğinden kurtulmak için dinleyenlerine 140’tan fazlasını yaşamamaları gerektiğini ekliyor. O yaş, özgünlüğün mezarıdır. Sonrasında, yazar kendini tekrar eder hale geliyor. Belki de okuma devrinin sona erip yazma devrinin başladığını söyleyen yazarlara ve şairlere bir iğne, çuvaldız niteliğinde bir eleştiri. İnsan, nasıl durabildiğini merak ediyorum; yazıyı etkilemese de, dünyanın genişliğini ve sihrini gösteren metinler, yeniliği taşıyan metinler her an, her yerde, her yayınevinden çıkabiliyor. İnsan, bunu takip etmeyi nasıl bırakabiliyor? Çöl gibi bir şey canlanıyor gözümde; zamanında onca zenginliği taşıyıp sonradan çoraklaşmış topraklar.
“Galaksilerarası Kongre” adlı metinde, insanın uzaya yayılmasına izin verilip verilmeyeceğine dair bir konuşma yer alıyor. Bilinen uzay -pratikte- tek olduğu için, bu uzayı insana bırakmamak gerekiyor; zira insan, uzaya çöp torbası muamelesi yapıyor. Günümüzde, yörüngeden yüzlerce kiloluk atık dolanıyormuş. Koca boşluğu, kendi atıklarımızla mı dolduracağız bir gün? Şimdilerde radyoaktif atıkları uzaya göndermek, mantıklı gibi gözüküyor; toprağa gömmekten daha az tehlikeli. Maliyetini bir yana bırakırsak, dünyanın zehirlenmesini bir parça olsun geciktiriyor bu, fakat zamanı geldiğinde bütün bu atıklarla baş etmek zorunda kalacağız. Çöplerle dolu gezegenler düşünün. Çizgi roman temelli filmlerde buna dair örnekler var. Neyse ki, konuşmacıya göre insanın uzaydaki serüvenini kısa tutması sağlanmalı; yoksa ortada ferah, temiz bir uzay kalmayacak.
Özetle: İnsan denen al-türün hayatında vahşet ile karşıvahşet arasındaki etkileşim aşılamamış durumda. Komşuluk ilişkilerinin askıya alınması düşünülüyor bir yandan; insanla ne kadar az iletişim kurulursa, o kadar iyi.
“Osmanlı Ferdiyet Fırkası Kuruluyor” adlı parçada, Osmanlı Devleti’nin varlığını sürdürdüğü 1996 yılında yeni bir fırkanın kuruluş bildirisini okuyoruz. Dil biraz daha sadeleşmiş; ABD yine Ay’a gitmiş, bizde de bazı şeyler değişmemişken, çok şey değişmiş. Osmanlıcılık akımının sürdüğü bu durumda, Türk-Kürt çatışmasının varlığını sürdürmeyeceği söyleniyor. Yüz yıl öncesinin düşünceleri ile günümüze atılan bakış açısı, kısacası bu.
“Bedenlere inanır mısınız?” bir tersten öykü olup, ruhlara değil de bedene inancın sorgulandığı bir anlatı. Vaktiyle, vücudunun varlığına fark etmemiş bir adam, kısa bir sorgudan sonra bedenine inanıyor ve inandığına kavuşuyor.
Peki ya siz? Bedenlere inanır mısınız? Kendi bedeninizi çağırdınız mı hiç?
“a’nın biri” içinde bir ‘a’ya hapsolan a mevcuttur. Seneca’dan yapılan bir alıntı, ağızdan çıkan sözün çıkmadan önceki sahibinin sahibi olduğuna dair. Bir “a” çıkmak istiyor ama çıkamıyor; içeride kalmış. Eğer sözü söyleyecek olan söylese, kurtulacak ama bu kez de “a”nın kölesi olacak. Çıkmaz. “Peki küçük kız beni neden görmedi?” tipik bir postmodern öykü. Anlatıcı, bir anda karaktere dönüşüyor; diğer karakterler anlatıldıklarını anlıyorlar. Sonrasında, onların anlatıcı rolüne bürünmeleri, anlatının kim tarafından sürdürüldüğünün bilinmemesi, bu tür şeyler oldukça dikkat çekici. Bir cinayet üzerinden ilerliyor, akla hemen Bir Postmodernist İçin Postmortem geliyor. Ölüm varsa, postmodern var; formüle dönüşmüş resmen.
“Millî Marşlar (Bazıları)” bir liste olup, ülkelerin marşlarının adları sıralanmış. Zaire’nin karşısında İstiklal Marşı yer alıyor.
Döngülerden oluşan kadın-erkek ilişkileri, labirentler, matematik sembolleriyle kurulan yaşam-felsefe ilişkisi gibi çeşitli konularda pek çok parça mevcut. Kısacık ama öz. Bu kitabı tavsiye ederim; anlatım biçimleri dikkat çekici ve yeni bir şeyler sunuyor, gerçekten iyi bir eser.

















