Kudret Emiroğlu ve Gündelik Hayatımızın Tarihi

Kudret Emiroğlu’nun Gündelik Hayatımızın Tarihi adlı kitabı, solumdaki tavana kadar uzanıyor. Hoca, eşyaların, marşların, caddelerin ve sıkça kullandığımız deyimlerin yanı sıra günlük yaşamımızla ilgili pek çok unsuru anlatıyor. Örneğin, camı ele alıyor; Romalıların camı tabaka halinde üretmelerinden bahsediyor ve zamanla camın kazandığı önemi, Türkiye’deki ilk cam fabrikalarına kadar götürüyor. Bu şekilde, tuğla kalınlığında bir metin ortaya çıkıyor ve biz de okuyarak öğreniyoruz, oldukça keyifli.
Diğer yandan, Miodownik, terasında çektiği bir fotoğraftaki nesneler üzerinden eşyanın yapısını inceliyor. Kendisi, University College London’ın Malzeme ve Toplum bölümünde çalışan bir malzemeci ve bu alanda bilgili biri. Bilen bir adamı dinlemeliyiz; bu yüzden önce Emiroğlu’nu okumalı, ardından Miodownik’e geçmeliyiz ki kültürel ve sosyal değişimlerin nesneleri nasıl biçimlendirdiğini ve atomlarına kadar inelim. Meraklı insanlarız, öğrenmek istiyoruz.
Miodownik, bu işe nasıl başladığını anlatıyor; 1985’te metroda beklerken bedeninde on üç santimlik bir bıçak yarası açan bir adamdan kurtulduktan sonra, muhtemelen yaşadığı travmanın etkisiyle bıçaklara ve dolayısıyla metallere, özellikle çeliğe ilgi duymaya başlıyor. Baktığı her yerde çeliği görmeye başlıyor, hatta zımbalarda bile. XV. Louis için yapılan ilk zımbayı öğrenmesi de bu takıntının bir sonucu olsa gerek. Zamanla, alaşımlara dair her şeyi öğrenmeye başlıyor, ardından diğer nesnelere geçiyor ve ölçek büyüyor. Fotoğraftaki on malzemeyi teker teker anlatıyor Miodownik. Bazıları doğada işlenmemiş halleriyle bulunabilirken, bazıları için laboratuvarlara ihtiyaç duyuyoruz. Yıldırımlar ve volkanlar dünyanın mikserleri olarak görev yapabilirken, her şeyi yeterli ölçüde ve ısıda karıştıramadıkları için yapay katalizörlere de ihtiyaç duyuyoruz. Kuantum mekaniği de işin içine girince, teorilere doğru küçük bir yolculuğa çıkıyoruz. Ancak Miodownik, kuantum konusunu çok uzatmamış; daha çok görülebilir değişimlere odaklanmış.
Örneğin, yiyeceklerin normalden daha kıtır olmasının sebebinin iştah açmak olduğunu öğreniyoruz. Hatta cipslerin ambalajlarından daha fazla hışırtı çıkması için günlerce kafa patlatmışlar. Daha fazla tükettirmek amacıyla deneyler yapmışlar, insanların hoşuna giden sesleri ve tatları bulmaya çalışmışlar. Hepsini atomlarla ve moleküllerle oynayarak gerçekleştirmişler, adeta zincirleri takıvermişler boyunlarımıza. “Bu kitap, malzemelerin ve malzemelerin insan kültürüyle ilişkisinin ayrıntılı bir incelemesi değil, daha ziyade malzemelerin yaşamlarımızdaki etkisini gösteren ve terasta çay içmek gibi masum bir eylemin bile derin bir malzemeler karmaşıklığına dayandığını anlatan bir ‘enstantanedir.’” (s. 11)
Çelikten Kağıda, Bir Malzeme Yolculuğu
Çelikle başlıyoruz; Taş Devri’ndeki atalarımızın bakır ve altınla haşır neşir olmaya başlamalarından itibaren, kemikleri ve taşları geride bırakmalarının hikayeleri biraz can yakıcı. Ancak bir gün, en yakın dostlarımıza, taşlarımıza ve kemiklerimize veda etmek zorundayız. Sonuçta bakır üretimi başlıyor ve Piramitler inşa ediliyor. Miodownik’e göre, Mısırlılar bakırı işlemeyi bilmiyor olsalardı, bakır keskiler ortaya çıkmayacak ve taş oymacılığı dayanaksız malzemelerle yapılamayacağı için Piramitler inşa edilemeyecekti. Aslında Aryanlar’ın tarihindeki metallerin işlenmesi çok önemli; Mısır’daki Aryan varlığının izlerine bakarsak, doğudan ve kuzeyden gelen tayfanın Mısırlılara bu tür önemli maddeleri tanıttığını düşünebiliriz. Dayanıklı metaller, iktidarı ve gücü sembolize ediyor, hatta sahiplerini muktedir hale getiriyor.
Excalibur örneği bu açıdan önemli; kayaya saplı bir kılıcın krallıkla ne gibi bir bağlantısı olabilir ki? Saçma gibi görünse de aslında mantıklı; kırılmayan bir metali işleyebilecek teknolojiye sahipseniz, o dönemlerde dünyanın hakimi siz olursunuz. Miodownik, “dislokasyon” kavramını ele alıyor; alaşımların saf metallerden daha güçlü olabilmesi için metal kristallerinin hareketini en aza indirmek gerektiğini belirtiyor. Bunun için de malzemeyi olabildiğince sıkıştırmalıyız. İki su veririz mesela, bu bizim kültürümüzde sağlam kılıçlar için söylenir. Sonra kılıcı sağlam bir şekilde döveriz, şekil verdikten sonra suda soğutursak, elimizde iyice berkitilmiş bir silah olur ve önümüze gelenin kılıcını ve kafasını kırabiliriz. Ne güzel!
Çelik sadece savaş aletleri için kullanılmıyor; tıraş bıçağı da oluyor örneğin. Romalılar, sinekkaydı tıraş olurlarmış ki barbarlardan ayrılabilsinler. Medeniyet göstergesi olan tıraşın kökeni işte burada. Paslanmaz çelik ise tamamen şans eseri bulunmuş; I. Dünya Savaşı sırasında laboratuvarda deneyler yapan bir adam, zamanla kaybolmayan metal bir atık bulmuş. Bu, geçmişe kıyasla önemli bir ilerleme. Bizden önceki nesiller, yemek yerken metallerin tadını alıyorlardı ama paslanmaz çelik sayesinde artık sadece yemeğin tadını alıyoruz; koruyucu tabaka sayesinde vücudumuza garip metaller girmiyor.
Kağıt
Kağıt, ikinci sıradaki malzeme. Karmaşık yapısını mikroskop olmadan göremeyiz; belki eski kitap sayfalarının deforme hallerinde selüloz liflerini görebiliriz ama günümüzde bu oldukça zor. Bugün yapılan kağıtlar pürüzsüz ve pırıl pırıl. Ancak kağıt yapımında lignin adlı bir maddeden ayrıştırılması gerekiyor; aksi takdirde oksijenle tepkimeye giren lignin, çeşitli yaşam formlarına kapı aralayarak çürüyen kitaplar ve gümüşçünler ortaya çıkarıyor. Romalılardan önce Çinliler, kağıt benzeri bir materyal üretmişler ancak malzemenin tüm potansiyelini açığa çıkaran Romalılar olmuş. Katlanabilir kağıt üretmişler; öncesinde kırılan veya çatlayan malzemeden üretilenler tarihe karışmış.
Tuvalet kağıdına doğru bir serüven yaşanıyor kağıdın tarihinde. Günümüzde her gün 27.000 ağaç kesiliyormuş tuvalet kağıtları için. Bunları geri dönüşüme de atamıyoruz, bu durum gerçekten can yakıyor. Banknotlar ise pamuk bazlı bir tür kağıttan üretiliyor, böylece ıslansa da dağılmıyor, kuruduğunda işlevini sürdürebiliyor. Son olarak dijital kağıt konusuna değiniyor Miodownik; Janus parçacığı olarak bilinen bir yapı kullanılıyormuş bu tür kağıtlarda. Mürekkebin her parçacığı bir yanının siyah, diğer yanının beyaz olacak şekilde düzenleniyor. İki tarafa farklı elektrik yükü verilince gerçek bir kitap okuma deneyimi oluşuyormuş. Geçen ay Kobo aldım, biraz denedim; gerçekten son derece başarılı. Not alma meselesini hızlandırıp notları hızlıca taramaya alışınca, bildiğimiz türde kitaplarla işim bitecek gibi görünüyor. Belki de bitmeyecek; “mağara adamı etkisi” sürerse aleti satıp bildiğim şekilde okumaya devam edeceğim. Kendimi uyum sağlamam gerektiğini hissetsem de, bunun şart olmadığını kendime söylüyorum, ardından neleri kaçırabileceğimi düşünerek korkuyorum, sonra pek bir şey kaçırmayacağımı düşünerek rahatlıyorum. Kafam gerçekten çok karışık. Miodownik de benzer bir kaygıyı gazete konusunda ele alıyor; evleri boyarken yerlere serilen, hışırtılarıyla varlığını belli eden gazeteler yavaş yavaş ortadan kalkıyor, kullanışlı bir ev malzemesi olma statüsünden düşeceğiz. Özleyeceğiz, evet; Miodownik bu konuda da haklı.
Beton ve Diğer Malzemeler
Beton, bir başka malzeme. Yine Roma işi. Romalılar çimentoya taş ekleyince betonu elde ediyorlar ve bu malzemeyi yapılarında kullanmaya başlıyorlar. Biraz su eklenen malzeme, oldukça iyi sertleşiyor ve iyice karıldıktan sonra büyük binaların yapımında kullanılıyor. Dünyanın en eski su dağıtım sistemini Romalılar kurmuş ve bu sistem günümüzde de kullanılmakta. Beton sayesinde.
“Ancak, Romalıların en etkileyici beton mühendisliği eseri başkentlerindedir: Roma’daki Pantheon’un kubbesi. Bugün hâlâ ayakta duran kubbe 2000 yaşındadır ve hâlâ dünyadaki en büyük desteksiz beton kubbedir.” (s. 74) Bu kocaman yapı, tepede öylece duruyor, yekpare ve ek yeri yok. Sonraki bin yıl boyunca betonun kullanılmaması, büyük bir soru işareti bırakıyor. Belki de Roma’nın çöküşüyle birlikte endüstriyel bir imparatorluğun ortadan kalkması, bu alanda bilgili pek kimsenin kalmamasıyla ilgili olabilir.
Yine de beton, bir şekilde günümüze kadar geliyor. Teknolojinin etkisiyle ömrü uzatılmakta. Betonun içine belli bir tür bakteri bırakıldığında, bu bakteriler kalsit minerali salgılayarak zayıflayan betonu sağlamlaştırabiliyorlar; tabii ki bu teorik bir durum. Zamanla, kendi kendini yenileyen beton icat edilir ve evlerimiz kafamıza yıkılma ihtimali olmadan mutlu mesut yaşamaya devam ederiz.
Başka neler var? Çikolata mesela; bunu geçiyorum çünkü diyet yapıyorum. Aerojeli de geçiyorum. Camı da geçiyorum, ancak grafitle bitireceğim. Elmas, uzunca bir süre dünyadaki en sert madde olarak bilindi. Filmlerde camı kestiğini ve sivri ucuyla kesmediği bir şey kalmadığını gördük. Bunun en büyüğü, Samanyolu’ndaki bir takımyıldızında yer alan, Dünya’nın beş katı büyüklüğündeki bir gezegen. Elmastan. Dünya’da bulunan en büyük elmas futbol topu büyüklüğünde. Aradaki muazzam farka dikkat çekmek gerek. Elmas, oldukça faydalı bir madde ancak en çok duygu sömürüsünde etkilidir; sağlam yapısından dolayı ölümsüz olarak görülür ve ölümsüz aşklarla ilişkilendirilir. Böylece elmas yüzükler popüler hale gelir ve şapşal aşıklar kendi aşklarını sembolize eden elmaslara yönelirler. Bu da onları söğüşleyen bir durum ortaya çıkarır ve bu mevzu günümüzde de devam etmektedir. Ancak bu ekonomik hadisenin yanı sıra elmasın daha da sertleştirilmesiyle ortaya çıkabilecek maddeler var. Yakın zamanda bulunan karbon elyaf, uçaklarda kullanılmakta. İnce ve dayanıklı bir malzeme. Bilim ilerledikçe, süper iletken denen yeni yapılar ortaya çıkacak ve muhtemelen elmasın yapısıyla benzerlikler gösterecek. Örneğin, grafen, elmasın dayanıklılığını aşan bir güç sunuyor ve geleceğin yapı malzemesi olarak görülüyor.
Porselen ve implant malzemeleriyle birlikte birkaç şey daha var, ardından son buluyor. İnsanın yolculuğu aslında bu; doğayı işlemenin ve doğayla bütünleşmemizin farklı nesneler ve alaşımlar üzerinden izlenmesi, geçmişimizi daha iyi anlamamızı sağlıyor. Meraklılara duyurulur; bu gerçekten sağlam bir araştırma!

















