Kaybolan Mekanlar ve İçsel Yolculuk

Diğer şeylerin kaybolmasını anlıyorum ama mekanların kaybolmasını içime sindiremiyorum. Gezeceğimiz yerler, çoğu zaman belli başlı noktalardan ibaretmiş gibi sunuluyor; sanki birileri onları icat etmiş ve yeniden üretmiş. İnsan ögesi, mekanların ruhundan silinmiş. Bir gün Lefkoşa’da tek başıma dolaşırken, gidilmesi “gereken” yerlere yöneldim ama sınır boyunca uzanan binaların önünden geçerken, kapıların açık olduğunu, insanların gündelik yaşamlarının gözler önünde sürdüğünü fark ettim. O binaların eskiliği, başka bir geçmişin hikayesini anlatıyordu. Asıl görülmesi gereken yerler buralardı ama onları ıskalayacaktım az kalsın. Bu yaz, o sokaklarda tekrar dolaşmayı, kaçırdıklarımı yakalamayı umuyorum. Dört yıldan sonra hiçbir şey değişmemiş gibi gelecek bana; o duyguyu yakalamak için gidiyorum. Bir yerlerde bir şeyler kaldı, parçalarımı topluyorum. Son durak Lefkoşa ve Girne olacak, ardından bu tatsızlığa geri döneceğim ama bu kez bir şeyler değişmiş olacak. Kayıp zamanı yakalayacağım yani.
Bir de içimde alttan alta kaynamaya başlayan bir şey var; bir şey kendini bana yazdıracak gibi hissediyorum. Kafamda biçimler tasarlarken buluyorum kendimi, gidip yaşamımı toparlamam gerekiyor. Geçen mayısta Ankara’ya gidip bir kısmını derledim, son ayak Kıbrıs olacak. Yazmalıyım ki bu memlekete yerleşme hayallerim biraz durulsun. Emre ile Berika’nın Fethiye’ye taşınmalarından önce İstanbul’dan gitmeyi düşünüyordum, şimdi bu fikri aklımdan çıkaramıyorum. En yakınlarım gidiyor, ben neden kalayım diyorum. Yeşim ile hayal kuruyoruz bir güzel. Yine mayısta gitmiştik, o da oraları sevmişti. Tayin isterim veya basıp giderim; ne bileyim. Durmadan okuyup yazarım, basit işlerde çalışırım, böyle şeyler. Aylardır sıkıntılıyım, buradan bıktım. Her gün her gün, inanılmaz bunaldım.
Sonra bu kitabı okuyayım, belki bir parça yardımcı olur diye düşündüm ama olmadı. Haig, bilmediğimiz bir şeyi anlatmıyor; telefonlarımızdan ve sosyal medyadan uzak durmamızı söylüyor. Nihayetinde çok değerli insanlar olduğumuzu ve bu saçmalıklara muhtaç olmadığımızı vurguluyor ama söylemleri toplumun katı duvarına çarpıp parçalanıyor. Hastalıklı bir topluma uyum sağlamamız, sağlıklı olduğumuzu göstermez. Buna mukabil, kendimizi sağaltmamız da sağlıklı olduğumuz anlamına gelmiyor. Asgari miktarda sosyalliğe muhtaç olsak da nevrozlardan sıyrıldıkça yalnızlaşıyoruz; bu korkunç bir gerçek. En sonunda bir başımıza kalacağız, adalara dönüşeceğiz. Yemyeşil adalar. Cennet gibi, yine de ada. Ortaçgil, adaların yer altından el ele tutuştuklarını söylüyor ama nasıl olacak bu? Ufukta başka bir kara parçası yok.
Neyse, Haig günümüzün dünyasını çerçeveliyor ve yaşadığımız sorunların tanımını yapıyor. Ardından kendi reçetesini sunuyor ve çekiliyor aradan. Benim işime yaramadı dediğim gibi; belki başkalarının işine yarar. En başta yirmili yaşlarında yakalandığı alkol problemi ve panik ataklarını anlatıyor. Bir süpermarketin orta yerinde çöküp kalmış, etrafında doğal olmayan onca ürün, ışık ve rengin uyandırdığı kaygılardan kurtulamamış. Alkolün de faydası olmayınca her şeyi bırakıvermiş bir anda. Alkol, sigara, kahve yok. Yoga, spor gibi aktiviteler hayatına girmiş. İpin bir ölçüde elinde olduğunu hissetmeye başlamış. İpin ucunu kaçıranlar, bu metin size faydalı olabilir. İpleri elinde tutup bilinmeyen bir yere doğru yalnız başına yol alanlar, sizin meseleniz başka. Buralarda dolanmayın.
Haig’in Problemleri ve Çözüm Önerileri
Haberler mutsuzluk pompalıyor. Dünyadaki olumsuzluklar istatistiksel olarak azalsa da daha fazla bilgiye daha fazla kaynaktan ulaşabildiğimiz için felaketlerle iç içeyiz artık. Haig, haberlere bakmamamız gerektiğini söylüyor; televizyon ve telefonları kapatmalıyız. Modern dünya kendimizi kötü hissetmemize yol açıyorsa, uzaklaşmalıyız; deniz kenarına gideceğiz, enstrüman çalmayı öğreneceğiz ve kendimiz için bir şey yapacağız. Benim çalıştığım yer Maltepe sahilinde olduğu için her gün bunu yapıyorum. İşe yarıyor ama kısa süre sonra aynılık kendini gösterince, geçici bir rahatlamanın son izleri de kayboluyor.
Haig’e göre, bize sıkıntı veren işleri bırakmalıyız; o an, bir daha geri dönmemeliyiz. Mutsuzluk pompalayan tüketim ürünlerinden de uzak durmalıyız. Doyuma ulaşabilmeliyiz, her şeyin daha iyisini aramamalıyız. Dünyanın rezil bir yere dönüşmesiyle kendimizin de o rezilliğe çekildiğini düşünmemeliyiz. Düşünürsek de bunu iyi yönde bir değişim için kullanmalıyız. İnsan olarak kalmalıyız. Kurzweil’ın “2.0” olarak nitelediği insanlığın, robotlaşmış insanlığın sınırlarından uzağa düşmeliyiz. Hiçbir şey insanlığın sıcaklığını veremez. Bu yüzden algoritmaların bir parçası haline gelmemeliyiz; verilere dönüşmemeliyiz. Haig, gerçekten çok hoş şeyler söylüyor.
Ben, bu olumsuzlukların içinde kısmen yer alan, en azından bilinçli bir kısıtla(n)mayla topluma uyum sağlamaya çalışan insanların aslında çemberin dışına çıkamadıklarını düşünüyorum. “Değişime ayak diredikleri” için yaftalanıyorlar ve yavaş yavaş sindiriliyorlar. Sonra eski hallerine dönmek için üst üste paylaşımlar yapıyorlar; Haig buna “değneğin ucundaki havuç” diyor. Bir şey yapınca daha mutlu olacağız sözde; paylaşımlarımızı artırdıkça ve daha çok etkileşime girdikçe var olduğumuzdan emin olacağız. Böyle bir saçmalık olamaz. Ama var; ucundan kıyısından da olsa bulaşmış durumdayız. Dünyanın biçimlenme aşamalarının kaktırılmış parçalarıyız artık. Geride dönemeyeceğiz. Sahip olduklarımıza değil, sahip olabileceklerimize odaklanacağız. Şimdiyi silip geleceğe varmaya çalışacağız, mutlu olmak için.
Daha nevrotik bağlanma biçimleri, daha dengesiz ilişkiler, daha güdümlü davranışlar bizi tanımlayan verilere dönüşecek. Bu kadar mıyız, bu zamanda bu kadarız? Kitle histerisinin bir parçasıyız. Haig, iki ilginç örnek veriyor: biri 15. yüzyıldan. Fransa’daki bir manastırda, rahibelerden biri miyavlamaya başlamış. Onu gören başka rahibeler de miyavlamaya başlayınca kırbaçlar çıkmış ortaya. Kadınlar, kırbaçlana kırbaçlana bırakmışlar miyavlamayı. İkinci olay daha garip; 1518’de Strasbourg’da 400 kişi, bir ay boyunca durmadan dans etmiş. Devamında devrilip ölenler olmuş ama insanlar dans etmeyi sürdürmüş, üstelik müzik bile çalmazken. Birileri müziği çalıyor ve ölmemizi bekliyor; insanların peşine takılıp ne yaptığımızı düşünmeden sürükleniyoruz. Olan bu. Yaşamlarımız ele geçirilmiş durumda, uykumuzu bile istiyorlar.
Netflix’in başındaki adama göre, geç saatlere kadar oturan insanlar dizilere ve belgesellere boğuluyorlar. Uyku saati de olmasa daha fazla izlenme sayısına ulaşılacak; bu durumda en büyük rakip, uyku. Be gebeler, uykumuzu rahat bırakın bari. İki gramlık akıl sağlığımı dünya yıkılsa da doğru düzgün uyuyabilmeme borçluyum. Çekin pis ellerinizi uykumdan.
Basitlik ve Yüzleşme
Basitleşme, çıkış yolu bu. Dünyanın çeşitli yerlerinde basitlik odaları kuruluyormuş; bu bir iş koluna dönüşmüş. Dışarıdaki hayat anlamını kaybedince basit bir mekâna çekiliyorsunuz; sonrası geçmişin bir canlandırması haline geliyor. Beden işi, sohbetler, birçok şey. Budist tapınaklarının mantığı aslında, parayla satılanı sadece. Bu bile metalaşmış; inancın ve yaşam biçimlerinin satın alınabilir hale gelmesi dehşete düşürücü değil mi? Teknolojiden, ıvır zıvırdan uzak bir yaşam için para ödemeniz gerekiyor. Üstelik Apple gibi şirketlerin yöneticileri, çocuklarını günümüzün teknolojisinden uzak tuttuklarını söylüyorlar. İnsanlara zinciri takıp kendilerini kurtarmaya çalışıyorlar ama görecekler ki çoğunluk o beğenmedikleri dünyanın egemenliğine tamamen geçtiğinde, çocukları yalnız kalacak ve zor bir yaşamın içinde debelenmeye başlayacaklar. Gerçi kendi dünyalarını parayla yaratabilecek adamlardır bunlar; zengin sitelerinin giderek yükselen duvarları gibi sağlıklı toplumların polislerini yaratacaklar ve ayrışmayı kusursuz hale getirecekler. İyi iş.
Kendinizle yüzleşin. Her şeyin sizin suçunuz olmadığını anlayın. Neolitik Çağ’da ölmüş bir insan olmaktansa 21. yüzyılda yaşadığınızı düşünüp mutlu olun. İyi gidiyordu ama bu sonuncuda biraz battı Haig, çünkü bunun neden daha iyi bir şey olduğunu anlamıyorum. Daha uzun yaşam süresinin neden daha iyi olduğunu kavrayamıyorum. Bir aslan tarafından yenmenin uzatılmış ve sömürülmüş bir yaşamı, kanser yüzünden terk etmekten neden daha kötü olduğunu da anlamıyorum. Günümüzün çoğu insan için nimetlerle dolu olmasının bir anlamı yok; her şey olduğu gibi oluyor ve bana kalırsa kıyas kabul etmiyor. Yirmi yıl veya on yıl yaşamanın yüz yıl yaşamaktan farkını göremiyorum açıkçası.
Bir alıntıyla bitireyim; durumu özetliyor: ‘İnsanların çoğu, sevmedikleri insanları etkilemek, istemedikleri şeyleri satın almak için kazanmadıkları parayı harcıyor.’ (s. 286) Korkunç bir dünyayı anlama yolları var burada. Haig, çıkış yolunu gösteremese de sıkıntının temel bir çerçevesini çizme başarısını gösteriyor; o da bir şey.

















