Memet Fuat: Edebiyatın Çok Yönlü İsimlerinden Biri

Memet Fuat, sadece Adam Yayınları’nın ve De Yayınevi’nin kurucusu olarak değil, aynı zamanda çevirmen kimliğiyle de tanınan bir isimdir. Nazım Hikmet’in üvey oğlu olması da onu edebiyat camiasında farklı bir konuma yerleştiriyor. Ancak, masa tenisi ve voleybol antrenörlüğü yaptığını öğrenmek benim için oldukça ilginçti; bu yönüyle de spora önemli katkılarda bulunmuş. Fuat, Nazım Hikmet’in eserlerini yayıma hazırlamakla kalmamış, aynı zamanda bastığı kitapların başka yayınevlerinden çıkan versiyonlarına yönelik eleştiriler de yazmış. Telif hakları konusunda herhangi bir şey söylememesi, o dönemdeki çözüm yöntemlerini merak etmemi sağladı. Kısacası, edebiyatımızda önemli bir yer edinmiş, derin düşüncelere sahip bir birey.
Latife Tekin’e, Sevgili Arsız Ölüm adlı eserini yayımlatmaması için tavsiyelerde bulunan kişi de Memet Fuat’tır. Tekin, edebiyatımıza “Memet Abi”ler gerektiğini ifade ediyor. Fuat, edebiyatın sektörleşmesini gördükçe içinin kan ağladığını belirtmiş. Günümüzdeki edebi ortamı görse, ne hissederdi, bu da ayrı bir merak konusu. Onun yazıları, kişiliği kadar değerli ve derinlikli. Eleştirilerini, yalnızca mavi boncuk dağıtarak değil, iyiye iyi, kötüye kötü diyerek şekillendirmiş; hatta bu bağlamda Yaşar Kemal’i ince ince eleştirmiştir. Ümit Yaşar Oğuzcan’ı şair olarak görmediğini ifade ettikten sonra Oğuzcan’ın tepkili yazısına yanıt vermekten çekinmemiştir. Fuat, bildiği doğrulardan asla sapmayan bir karaktere sahip. Yazıları, keyifle okunuyor ve dönemin edebi tartışmalarına ışık tutuyor.
Sadece edebi tartışmalar değil, aynı zamanda 1960’ların başlarından itibaren edebiyatımızın ve toplumumuzun durumunu irdeleyen yazıları da mevcut. Eleştirinin neden geri planda kaldığına dair fikirler öne sürüyor, birçok konuda sağlam düşünceler üretiyor. Genç yazarlara belli dergilerde yazmalarını önerse de, kendisinin başlangıçta böyle bir yol izlemediğini belirtiyor. Varlık, Yeditepe, Türk Dili gibi dergilerden derlenen yazıları, kronolojik sıraya dizilmiş ve konularına göre tasnif edilmemiş. Bu durum, Fuat’ın düşünsel tutarlılığına dair çıkarımlarda bulunmamızı kolaylaştırıyor. Fuat, son derece tutarlı bir yazar; benim gözlemlerime göre bu böyle.
Yazılarının başlıklarına geçmeden önce, ilk yazısında özgeciliğe sıkı bir övgü sunduğunu belirtmek gerekir. Ahlak üzerinden gerçekçiler ve düşçüler arasındaki ayrımı yapan Fuat, elli yıl önce düşçülerin özgeciliğe yakın olduğunu ifade ediyor. Kısacası, gerçekçilik düzlemi bencilliğin üzerine inşa edilmiş. Batı ve Doğu medeniyetleri üzerinden ulaştığı yargılar tartışmaya açık; gerçekçiliğin tamamen Batı kaynaklı olduğu konusunda su götürmez görüşleri var. Kant’ın ahlak anlayışını irdelediği bölümler de dikkat çekiyor. Şu alıntıyı paylaşmak istiyorum: “Bencilliğin kaçınılmaz olduğunu anlasak bile, kötü bir şey olduğuna inanmaktan vazgeçemiyoruz. Düşünce ile eylem ayrılıyor. En bencil kişilerin özgecil görünmeye çabalamalarındaki gülünçlük bu ayrılmanın sonucu. Çoğalan gülünçlükler ise özgeci davranışlara karşı duyduğumuz kuşkuyu doğuruyor.” (s. 16) Bu noktada bencilliğin katmanlarına değinmek istiyorum. İnsan, karmaşık bir bilişsel yapıya sahip olduğu için bazı bencilliklerini mantığa veya duyguya bürüyüp, kötüye değmeden yaşayabiliyor. Bu durum oldukça ilginç. Utanç duygusu, sosyal ilişkiler bağlamındaki işlevini kaybetmiş durumda. Başkalarına karşı kendi “iyisini” öne süren kişi, dokunulmazlık kazanıyor; bu da ilginç bir patolojik durum. Fuat, yazısını şöyle noktalıyor: “Yaşamdan kişisel bir tat almanın, ben’in uşaklığını etmenin en saygıdeğer, en övülesi yolu özgecilik.” (s. 17) Özgecilik, yaşamın yükünü dağıtır; insanı hafifletir. Hafif adımlarla yürümek yerine, ağır yüklerin altında ezilmek, insanın varlığının bir parçası haline gelmesini sağlayan korkulardan kaynaklanıyor olabilir.
Bir başka önemli mesele, eleştiri. Günümüzde olduğu gibi geçmişte de bir sorun teşkil ediyor. Fuat’a göre, pek çok eleştiri yazarının eleştirisini yapacağı metinle ilgili bir ön hazırlığı yok; masaya oturup akıllarına geleni yazıyorlar. Kendisi de bu durumu kabul ediyor ve bunun Ataç stili olduğunu belirtiyor. Daha incelmiş bir zevke ve dolu bir zihne sahip olmayan insanların bu işi başaramayacağını ifade ediyor. Deneme ve eleştiri arasındaki ayrıma odaklanarak, yöntemli bir çalışmanın yerine “sanatçı söyleminin” eleştirisini oluşturan unsurların olduğunu söylüyor. İki alanda da yazılar kaleme alan yazarları mercek altına alıyor; Melih Cevdet Anday ve Sabahattin Eyüboğlu eleştiri metinleri yazarken, Hüseyin Cöntürk ve Asım Bezirci incelemeleriyle öne çıkıyor. Ancak Cöntürk’ün “bile” denemeye kaydığını düşünüyor. Bunun sebebi, dergilerin formatında yatıyor. Fuat, dergi anlayışının değişmesi gerektiğini savunuyor. Dört sayfayı geçmeyen yazıların yayımlandığı dergiler yerine, üç ayda bir yayımlanan ve tamamen eleştiriye odaklanan dergiler çıkarsa, eleştirinin ilerleyeceğine inanıyor. Bu ilerlemeye örnek olarak Allen Tate’in Ezra Pound eleştirisini gösteriyor. Biraz “üslupçular” ve “kavramcılar” karşılaştırmasına da kayıyor. Edebiyatımızda gördüğü bir eksikliğin kapatılma biçimine dair kafa yoruyor. Ezra Pound’un aldığı bir ödül üzerinden ilerleyen tartışma, günümüzde de güncelliğini koruyor; Handke’nin aldığı ödül de tartışma konusu olmayı sürdürüyor. Edebi kıstaslarla siyasi fikirler arasındaki bağıntının objektif bir biçimde çözümlenmesine dair bir bölüm var; sonrasında Upton Sinclair bahsi başlıyor. Bizde bir dönem Marksist olarak bilinen Sinclair, tek bir çeviri metni üzerinden bu yargıya varılmış. Ancak Fuat, yabancı kaynakları tarayarak bu bilginin doğru olmadığını savunuyor ve Sinclair’ın metinlerini ve yaşamını anlatarak bambaşka bir portre çiziyor. Doğru bilgiler vermek için çabalıyor ve diğer makalelerinde de benzer bir çabanın ağırlığı seziliyor.
“Bilimsel aşırma” dediği intihal konusunda kendi deneyiminden bir örnek veriyor. Yıllar önce okuduğu bir Orhan Veli metninden etkilenip etkilenmediğini bilmediğini, ancak o metindeki bir düşünceyi kendi yazdığı bir metinde kullandığını söylüyor. Okuduklarımız aklımızda ne ölçüde kalıyor, ne ölçüde kendi fikirlerimize dönüşüyor ve bunu ne ölçüde unutuyoruz; mesele bu. Farklı bir biçimini Eco anlatıyor; zamanında doktora tezinde kullandığı bir bilgiyi aldığı kitabı incelediğinde, o bilginin metinde olmadığını görüyor. Bilginin temelini oluşturan başka bir bilgi olduğunu keşfediyor. Dağınık okumalar, yaşamın bir noktasını bir yerden biçimlemesi açısından oldukça ilginç.
Bir başka önemli konu, sanatçının geçimi. Fuat, sanatçıyı öldürmek gerektiğini, en azından sınırda tutmak gerektiğini savunuyor. Sanatçının, toplumda bir arada tutan unsurlardan biri olduğunu belirtiyor. Çok iyi şartlarda yaşarsa, sanatını yeterince geliştiremeyecek; çok kötü şartlarda da sanat eseri üretemeyecek. Bu yüzden, ortada bir yerde kalması gerektiğini vurguluyor. İkinci bir işte çalışmasını öneriyor ve “En iyisi gene öğretmenlik. Yazın dört ay tatili de var.” (s. 67) diyor. Dört ay tatili olan bir meslek, oldukça cazip görünüyor! Çevirmenler için de benzer bir durum geçerli. Ortaya çıkan eserin kalitesinin çok yüksek ya da çok düşük olmasına gerek yok; vasatlık yeterli. Ancak Fuat, kaliteli bir vasatlık talep ediyor. Çevirinin dört ögesine dair yabancı bir kuram kitabından alıntı yaparak, iyi çevirinin neliğini sorguluyor. Kendi çeviri anlayışını da arada veriyor; ekleme ve çıkarma yapmayı sevmediğini, sözcüğü sözcüğüne çeviri yapmaya çalıştığını ifade ediyor. Sonrasında Prévert çevirileriyle ilgili değerlendirmelerde bulunuyor. Melih Cevdet Anday’ın Kolları Bağlı Odysseus metniyle ilgili bir okurun mektubuna yer vermesi ve şairin yeni bir şiire doğru aldığı yolu değerlendiriyor. Bu durum, çeviri ile ilgisiz gibi görünse de, bilinen şiir-yeni şiir ikiliği düşünüldüğünde, yorumlama biçimleri göz önüne alındığında bağlantı kurulabilir. Sanat eğitiminin yorumlama ve karşılaştırma deneyimi açısından önemli olduğunu, ancak bizde durumun içler acısı olduğunu belirtiyor. “Biz sanat eğitiminden geçmeyen bir toplumun insanlarıyız. Okullarda sanat tarihi, edebiyat, müzik, resim —okuyoruz okumasına, ama tadına varmadan, anlamadan, baş belası diye…” (s. 89) Çok şey söylenebilir ama burada duruyorum, akademinin rezilliğine değinmeden geçemeyeceğim.
Son olarak, Cemal Süreya ve Tomris Uyar’a karşı eleştirileri, Ümit Yaşar Oğuzcan ile yaşanan tartışmalar, Tarık Dursun K.’nın sert eleştirileri, genç kuşağın “kaynaklara” yönelme eğilimi, birbirini destekleyen ve tayfa oluşturan edebi şahsiyetler, “ilancılıkla” geçinen vasatlar topluluğu, Çetin Altan’ın da eleştirilmesi, İkinci Yeni ile Garip akımları arasındaki tartışmalar, Yaşar Kemal’e yönelik eleştiriler ve 60’lı yılların edebi ortamının genel panoraması gibi birçok konu Fuat’ın yazılarında yer alıyor. Onun yazıları sayesinde, edebiyatımızın biçimlenme serüveninin bir parçasını gözlemleyebiliyoruz. Bu değerli eserleri okumak için kaçırılmaması gereken bir fırsat.

















