Yazar Gökhan Yılmaz Üzerine Düşünceler

Arkadaşım Baran Güzel, geçenlerde Gökhan Yılmaz’ı merak ettiğini ifade etmişti. Ne yapıyordu, hâlâ yazıyor muydu, yazmıyorsa neden yazmıyordu gibi sorularla doluydu aklı. Yılmaz’ın YKY’den çıkan öykü kitaplarından birini okumuş ve oldukça beğenmiştim; ama ikincisini okuyamayacağım düşüncesi içimi burkuyor. Zira Baran, Yılmaz’ın telefon ederek iki kızı olduğunu ve yazı çizi işinden nihayet kurtulduğunu söyledi. Beğendiğim yazarların sona kalan bir iki kitabını okuyamamak, geriye okuyacak başka bir şey kalmayacağı için oldukça üzücü. Neyse ki bu duruma hem üzüldüm hem de sevindim. Üzüntüm bencilce, sevincim ise insanın iyi yaptığı bir şeyi kendi iradesiyle, belki de yüksek bir amaç için bırakabilme yetisine sahip olduğunu görmekten kaynaklanıyor. Bu yapılabilir, geçici bir süre için bile olsa.
Peki, bu durumda ne olur? Yani bu yaratıcı dürtü ketlenirse, insanın gündelik yaşamı bundan nasıl etkilenir? Metinle ilgili birkaç yazı okudum, yürüyüş ve yabancılaşma üzerine odaklanılmış; fakat ben daha geniş bir perspektiften yaklaşmak istiyorum. Yaz(a)mayan bir yazarın, sanat yapmayan veya yapamayan bir sanatçının dünyası nasıl bir yer? Gerçekten iki tane midir? Ramachandran’a döneceğim; Öykücü Beyin‘den yola çıkarak dünyalar arasındaki simetriyi değerlendirmek bize geniş bakış açıları sunacak. Sanatın nörobilimsel incelemelerinden bazı şeyler çarpıyorum: “Sanatçı, sıkıcı aşırı düzenlilikle tam bir kaos arasında denge kurmaya çalışıyor gibi duruyor.” (s. 307) Yılmaz’ın şu anki dünyasında, dengeyi kurabileceği araçlar elinden çıkmış gibi gözüküyor. Yerine başka ögeler geçmiş. Öykülerindeki kaosa meyilli anlatıyı düşündüğümde, sanatın aracılığının oldukça yıprandığını da söyleyebilirim. Bunun yanında, sıkıcı düzenlilik -öğretmen kendisi, memuriyet düzenli bir ölüm demektir- de bir yandan bastırıyor. Burada korkunç bir baskı seziyorum; birlikte var olabilen ve muazzam çatışmalara yol açan, yaşama dair en temel iki kaynaktan fışkıran parçalardan Yılmaz nasıl kurtuluyor? Örneğin, sokakta yürürken veya herhangi bir şeyle uğraşırken “dengeleme güdüsünü” nasıl bastırabiliyor? Bunları merak ediyorum.
Belki de şudur: Oradan bir parça, şuradan bir tane, bunu da alalım ve metni yazmaya başlayalım. Gözümüzün önünden binalar geçiyor, kuşlar bedenlerimize göre konumlarını değiştiriyorlar, biz gözümüzde çakıp sönen sözcüklerle uğraşıyoruz. Bacaklarımız otobüsün arkasını gözümüze yaklaştırıyor, kırmızı buton parmağımızın baskısıyla içeri geçiyor ve önceki pozisyonuna dönüyor; biz metne son noktamızı koyup açılan kapıdan aşağı iniyoruz. Ayağımız yola basar basmaz metin tamamlanıyor, sonra hiç var olmamış gibi kayboluyoruz. Biz de patafizikten fiziğe dönüp merkezlikten çıkıyoruz. Araç beynin ta kendisi ve hiçbir şey yazmak zorunda değiliz. Değil miyiz? Beyin, farklı bölgelerini de işe koşarak şeyleri birleştirme çabasında. Bunun yeterliliği sorgulanabilir elbette. Her şeyin özeti, bir yazarın dünyaları -sadece iki taneyle sınırlı olduğunu sanmıyorum, metnin bağlamında da öyle- belirli yollarla bağlanıyorsa ve bu yolların kesişim noktaları kasıtlı olarak silinmişse, ortadan kaldırılmışsa, yazarı nasıl bir dünya bekler?
Chejfec’in anlatısını tamamen bu bağlamda okumak, bambaşka noktalara kapı açacaktır diye düşünüyorum. Sadece yürüyüş kapsamında ele alıp meseleyi bilinç akışına bağlamak, metni kısırlaştırıyor.
Vila-Matas’ın önsözünü sona bırakıyorum, ama bir cümlesinin yeri tam burası; alayım: “Ben de şimdi bir önsöz yazarı olarak bu kitaba yayılmış o muazzam malzemeyi içine sıkıştıracağım bir formülle özetlemek gibi benzer bir sıkıntı yaşıyorum. Yine de, eğer bir biçimde özetlemem gerekiyorsa, ellinci yaşını doldurmak üzere olan ve muhtemelen bu kritik tarih yüzünden bir yazar olamayana dönüşmek isteyen bir yazarın hikâyesi karşısında olduğumuzu söylerim.” (s. 9) Yazmak/yazamamak meselesi için yine Bernhard’ı anacağım. Onun metinlerinde yazma ediminin yazılmaya çalışılan metinle doğrudan bir ilişkisi vardır. İkisi arasındaki olanaksızlık, var olamamaklık ontolojik bir yıkıma varır. Zihinle bedenin birbirinden çok da ayrıksı olmadığı, son nörobilimsel verilerle kanıtlanmış durumdaysa, bu olamamaklığa bu açıdan da yaklaşabilirsek, ayrıklığı göz önünde bulundurarak düşünelim. Zihnin bir eylemi tamamlayamaması, bir bütün haline getirilememesi gibi başarısızlıklar, bedeni ortadan kaldıracak noktaya getiriyor. Zaten yazamayan ya da besteleyemeyen karakterler, ya zihinle bedenin dumura uğratıldığı bir yalıtılmışlığa çekiliyor ya da intihar ederek ikisini birden ortadan kaldırıyorlar. Bernhard’ın anlatısal çözümü yok oluş üzerine kurulu. Bu açıdan Chejfec’in anlatıcısından ayrılıyor ama çok da uzağına düşmüyor; yazar/karakter/anlatıcı yazmak istemediği için yaşamını bir kurmaca düzlemine çıkartıyor ya da indiriyor. Anlatının sonlarına doğru yazıyla ilişkisine değinirken içinden çıkamadığı duruma dair söylediklerinden, kendi çıkarımını yapabilir okur; buraya girmiyorum.
Neler döndüğüne bakalım bir. Brezilya’nın güneyinde bir şehir, yürünecek bir istikamet, ulaşılmaya çalışılan bir nokta. Anlatıcı, bir edebiyat konferansına katılmak için orada; doğum gününe birkaç gün kalması, yaşanmış zamanları düşündürüyor. İki arkadaşının yazdığı kitaplar tetikleyici vazifesi görüyor; bu yazar arkadaşlara anlatı boyunca sık sık rastlayacağız. Anlatıcının ulaşmaya çalıştığı park, genişçe ve olabildiğince insansız bir yer sahasına sahip. Sıkışmışlık hissinden kurtulmak için parka ulaşmaya çalışıyor, yürürken şehri algılarıyla ve imgelemiyle baştan kuruyor. Bu da kendi yaşantılarına dönmesi demek. Çok somut örnekler sunmasa da insanların ve binaların anlamını geçmişteki anlamlarıyla denkliyor. Bunun yanında her açıdan zengin bir şehir var karşısında; sayısız renk, sayısız insan, nesne; hepsi bir nevi yenilik taşıyor ama bu yenilik, bir anlamda yaşantılardan çıkarılanlara iliştirilmek zorunda. Üst üste yığılmış anlam katmanlarını bir düzene oturtabilme gayreti mi yazdırıyor insanlara, belki. Bu sadece bir itki de olabilir. Bastırılması, şeylerin düzenini bozarak sadece oldukları gibi görülmelerine yol açıyor. Bazı hızlı geçişlerden bunu çıkarabiliriz; anlatıcının “bir insana hayatta eşlik etmek için en iyi sentaksa sahip fiziksel meleke” olarak gördüğü yürüyüş boyunca sarmal bir akışa kapılırız. Anlatıcı, kendi benliğini kurma çabaları boyunca etrafında olup bitenleri irdeler, sayısız gözlemde bulunur. Kendisi olamama tehlikesinin farkında olduğunu belirtir; herkes tarafından dayatılan dil, edebiyat, insana dair ne varsa her şey tarafından kuşatıldığını düşünür. Bunun yanında kendi sesini korumak için zihni sürekli hareket halindedir. Zihin, kendi yürüyüşünü yapmaktadır; fiziksel ve zihinsel edim birbirini mükemmel bir şekilde tamamlamaktadır. Kendini koruma çabalarının sebepleri, bu hareket “sonucu” diyeceğim, ortaya çıkar.
Anlatıcının yayımlanan son romanına dair oldukça olumsuz bir eleştiri yazısını okuduğu an, geçmişten çekilip çıkarılır; bir öz değerlendirme uğraşının parçasına dönüşür. “Romanlarım, ister iyi ister kötü olsunlar, istemedikleri bir hizmete koşulmuş ve kendisiyle kavgalı karakterler yaratıyordu. Ben bile onlardan biri olabilirdim.” (s. 23) Bingo. Her uğraşın kümülatif olduğunu belirtiyor bir yerde anlatıcı; hayal kırıklığı ve öfkesi bu yığınsal birikimin temel kaynaklarıymış gibi gözüküyor. Bir nevi düzensizlik, kendilik algısının dış dünyayla uyuşmaması, kurmacayla gerçekliğin durmadan çakışması, sağlam bir sıkıntı kaynağına dönüşüyor. Ramachandran’ın söylemlerinden “tesadüflere duyulan tiksinti” kavramını eşeleyeceğim; iki dünya bağlamından yola çıkarak anlatıcının iki farklı akışına göre değerlendirirsek, bir tesadüfün tiksintisi arka planda kalıyor. Zaten beklenen bir şeyle, anlatıcının beklediği bir alçaltılmayla karşılaşılmış olduğunu düşünebiliriz; yazar adına ve okur olarak kendimiz adına.
Bir de arka plana bakalım. Yazar, kurmacaya varmayacak ama kurmaca niteliğindeki düşünceleriyle, aslında olumsuz yorumlarla karşılaşmak istemediği ve uğraşını sürdürmek istediği için insanların eline geçmesini imkansız kıldığı bir metni yazmayı düşsel bir dünyada sürdürdüğünü söyleyebilir miyiz? Keyif aldığına dair bir emare yok. “Yürüyüşçünün savruluşu” gibi kendi icadı olan kavramlarla yürüyüşü, zihinsel anlatısını sürdürmeyi sağlayan eylemi olumlayarak ve irdeleyerek, aslında eylemini sürdüreceğini üstü örtülü de olsa anlatmış oluyor. Anlatılan iyidir; olumsuz eleştiri bir tesadüf olarak değerlendirilebilir. Anlatıcı bu yüzden insanlardan uzak durmaya çalışmaktadır ve parka doğru yürümektedir. Ne zaman ki devinimini sona erdirir, düşüncelerinin birliği tavsamaya başlar, Papini’nin anlatıcısını anımsatmayı bırakır; anlatıdan fırlamaya çalışan sivri uçları gösterir. Miras bırakabileceği eşyalardan çakmağın mekanizmalarına kadar pek çok, nasıl diyeyim, metnin dışına çıkmaya çalışan nesneleri anlatmaya başlar, ta ki yazarlığını düşünmeye geri dönene kadar.
Yine Ramachandran’dan bir alıntı yapıp bitireyim: “Sanat doğanın kendi sanal gerçekliği olabilir.” (s. 318) Anlatıcımız bu sanal gerçekliğin -zihinsel kurmacanın- içinde kendi gerçekliğini, kendi yaşamını doğanın yansımaları/parçaları arasında sabitlemek istiyor. Başka bir sanal gerçeklik yaratmadan yapmak istiyor bunu. Aslında Spinoza’nın Natura naturans ve Natura naturata kavramları üzerinden incelense, bu metinden çılgın şeyler çıkabilir; çok ilginç bir araştırma olur bu.
Mutlaka okunması gereken bir metin. Jaguar’ın güzelliklerinden biri.
Ek: Vila-Matas’ın önsözü kaldı. Valla övüyor metni; şöyle güzel, böyle süper diyor.

















