Nörobilim temelli kırk kısa öykü, kırk farklı olasılık sunarak, aslında çoğunun tek bir olasılığın çeşitli biçimleri olduğunu gözler önüne seriyor. Neokorteksimiz sağ olsun, hikâyeleştirilip örüntüye dönüştürülen algısal izler sayesinde yaşama dair az çok bir fikrimiz oluşuyor. Ancak bilgimiz sınırlı ve bu da fikirlerimizin yetersiz kalmasına neden oluyor. Ray Kurzweil’a göre görselliğe dönük donanımımız, elde edilen verilerin tamamını işleyemiyor; gördüğümüz şeyler, on üç ayrı görü çerçevesinin birleştirilmesinden oluşuyor. Bu çerçevelere giremeyen veriler ise kayboluyor. Kısacası, dünyanın tamamını deneyimleme şansımız yok. Üstelik, bu kayıp sadece tek bir duyudan kaynaklanmıyor; diğer duyuları da içine alırsak, deneyimlediğimiz yaşamın eksik ve modüler olduğunu söyleyebiliriz. Var olduğumuz dünyada gerçekten de yaşamıyoruz.
Bunlar bir yana, neokorteksimizde kronolojik sıraya dizilen anılarımız, aslında bir bütün olarak gelmeye yatkın. Tek bir anı parçası işleme girdiğinde, bağlandığı diğer parçaları da peşinde sürüklüyor. Bilinç, bütün anları bir yumak haline getirip gözlerimizin önünde yuvarlıyor. Peki, eksik ve modüler yaşamımız sona ererse ne olur? Mesela, bütün anılar toptan hatırlanabilir; bu durumda gözlerimizi hiç açmadan otuz yıl uyuruz, yedi ay boyunca aralıksız seks yaparız, on gün boyunca hiç durmadan televizyon izleriz. Her şey bir araya gelmiştir. İlk öykü, Eagleman’ın öykülerinde beynimizin çalışma prensiplerini ele alarak ölüm sonrasını kurguluyor.
Sadece nöroloji değil bu öykülerde; The Simpsons’ın açılış sekanslarından birinde Homer’ın gözüne girip evrenin en uzak köşelerine varan yolculuklara benzer yolculuklar var. Birtakım varlıkların kurduğu evrenin bir parçası haline dönüşmeye dair hayal gücü ürünleri mevcut. Tanrı’nın evrenle ne yapmak istediğine dair çeşitli çıkarımlar da yer almakta. Örneğin, Tanrı’nın insafa gelmesi; insanlar daha fazla acı çekmesin diye Şeytan’ı işten çıkarıp herkesi cennetine topluyor. Gerçek eşitlik ilk defa hakikate dönüşüyor; komünistler, inanmadıkları bir varlığın inandıkları değerleri hayata geçirmesiyle şaşkınlık yaşıyorlar. Muhafazakârlar, hor görebilecekleri çulsuzlar olmadan mutlu olamıyorlar. Liberaller, anarşistler, herkes mutsuz. Nihayetinde herkes, cehennemde olduklarına dair bir fikir birliğine varıyor. Karşı kutbun, ötekinin olmadığı bir dünya, yaşanabilir olmaktan çıkıyor; Matrix’in ilk versiyonu da benzer bir sebeple çöküyordu.
Amigdalanın korku üretmesi gerekiyor; bunun için yeterli ölçüde korkunun veya kaygının olmadığı bir dünyada beynin atıl duruma geçmektense, yer aldığı organizmanın yaşamını sonlandırması olasılığı dahilinde. Dolayısıyla beynimizin ne yapmaya muktedirse onu yapmasına izin vermeliyiz; yoksa içeriden havaya uçarız ve pek de bir olayı olmayan dünyaya veda ederiz. Bu konudan başka bir mevzuya geçelim, yine anılarla ilgili. Ölünce belli belirsiz bir değişiklik hissediyoruz. Güne başlar gibi yaşıyoruz; dişlerimizi fırçalıyoruz, işe gitmek üzere evden çıkıyoruz, bu tür şeyler. Her günkü gibi bir gün, tek fark yeni uyarıcıların olmaması. Aynı insanlarla aynı yollarda gidiyoruz; her gün aynı anıları canlandırarak yaşıyoruz. Aslında minicik bir dünyamız var yani. Yaşarken de böyle.
Örneğin, ben dünya diye bir şey olduğunu ilk olarak askere gidince anlamıştım. Askerlikten öncesi her şey, yavan bir çeşitleme olarak giderken, o facia bana yaşamın boyutlarını gösterip beynimi yakmıştı. Neyse, yalnızlık duygusunu hiç o kadar derin hissetmemiştik. Her şey aynıydı; üstelik kendi seçimlerimizin sonucuydu. Otobüs durağında bekleyen insanlardan biriyle konuşsaydık, yaşamı genişletecektik ama yapmadık. Gökyüzü hep aynı renkte kaldı, kartondanmış gibi. Bir an olsun durup göğü izlemedik. Bu, bir nevi cehennem; aynılık. Başka bir cehennem ise türler basamağında iniş. Öldük, bir at olmak istedik. Özgürce koşmak, çayırlarda hoplayıp zıplamak istiyoruz. Bedenimiz şekilleniyor, at formuna giriyoruz ama beynimizi geride bırakmak zorundayız. At beyni, insan beyninin ürettiklerini üretemediği için düşüncelerimiz yavaş yavaş kayboluyor. At olduğumuzu hatırlayamıyoruz. Daha da kötüsü, bir daha insan olamayacağımızı hatırlamak, insan olarak yaptığımız son şey oluyor; ama at olduktan sonra bunun pek de bir önemi yok sanırım. Ölümün olduğu yerde biz yokuz, yani Antik Yunan vecizesi.
Ölmeye devam ediyoruz. Başka bir düzlemde, başka varlıklarla karşılaşıyoruz. Lütfedip bizimle konuşuyorlar, normalde sallamazlar. Neil deGrasse Tyson’ın seminerlerinden birinde söylediği bir söz var; insanlara en son ne zaman yolda yürürken durup da bir kuşla, bir solucanla konuştuklarını soruyor. Belki öyle varlıklar var ki bizi sallamayacaklar; yanımızdan geçip gidecekler de, biz bunun farkına bile varmayacağız. Neyse, öyküdeki varlıklar, başka bir varlığın farkına varıyorlar. Evren, aslında bütün parçalarıyla evren; yaşamın sebebini de içeren. Ne ki konuşmuyor. Kendisiyle iletişime geçilip geçilmediğinin farkında bile olmayabilir. Anlam, uzamsal boyuta göre değişiklik gösterir. (s. 24) Tanrı’nın gözdesinin Shelley olduğunu düşünelim örneğin; O’nun anlamını bir yazar taşıyor. Öbür tarafta Shelley’nin etrafında melekler var, kadına hizmet ediyorlar. Kadın, başının az üzerinde duran bir haleyle etrafına bakıyor. Olay, Frankenstein’ın Canavarı’nda bitiyor tabii. Tanrılar, yarattıkları varlıkları sevebilirler mi? Özellikle yanlış yaptıkları veya birbirlerini yok ettikleri zaman? Tanrı’nın yalnızlığını kusursuz bir şekilde anlattığı için Shelley, baş köşeye alınıyor. Bu, makul.
Başkalarının yaşamlarında rol almakla birlikte anlamı oluşturanlara da bakalım. Bazılarının rüyaları, bazılarının gerçekliği haline gelince, dünyadaki herkes birbiriyle etkileşim kuruyor. Böylece, gecenin yaşandığı yerlerdekiler, gündüzdekilerin yaşamlarını deneyimliyor, rüya boyutunda. Ölümü, kardeşi rüya; insanları birbirlerine bağlayarak onları öte tarafa hazırlıyor. Bunun da bir sonu var. Başka bir öyküye bağlıyorum: Üç ölüm vardır. Birincisi bedenin işlevini yerine getirmeyi bıraktığı zamandır. İkincisi bedenin mezara sevk edildiği zamandır. Üçüncüsü ise gelecekte, isminizin son defa telaffuz edildiği o andır. (s. 31) İsmin telaffuzunun yeterli olacağını sanmıyorum gerçi. Aile ağacını çıkaran bir torunumuzun sayesinde sonsuza kadar yaşayabilecek miyiz? Sanmam; hatıralarla bir ilgisi olmalı bunun. Başka bir yaşamı etkilediğimiz ölçüde canlı kalacağız. İki yolu var bunun: Biri, insanların yaşamlarında bıraktığımız anıların ortadan kaybolmadan yaşamaya devam etmesi. Bu iyi. İkincisi ise moleküler değişim; belki bir parçamız yıldıza dönüşebilir, gezegene de dönüşebilir, her şeye dönüşebilir. Böylece atomlarımız, bilinç kırıntılarını taşıyarak masif gök biçimlerini oluşturabilir. Bir zamanlar neye ait olduklarını hatırlayamazlar ama sezerler. Tıpkı bizim de zamanında çok büyük bir şeyin parçası olduğumuzu hissedip o şeyi hatırlayamamamız gibi. Bunu hisseden vardır diye umuyorum. Diyelim ki deniz kenarındasınız; denize ve gökyüzüne bakıyorsunuz. İlahi, kutsal bir şeyden bahsetmiyorum. Bilinçlilikten veya bilinçsizlikten de bahsetmiyorum; sadece bir durumun yarattığı histen bahsediyorum. Hatırlamamızın imkânsız olduğu bir durum, önümüzden geçen vapurlar gibi orada duruyor. Dile gelmeyecek bir şey. Garip.
Kırk öykü, kırkı da birbirinden ilginç. Son zamanlarda okuduğum en kafa açıcı şey bu. İhtimallerin varlığı, beni sevindirdi açıkçası. Daha az kıstırılmış hissettim.