Metin Altıok: Anılar ve Yaşamın İzleri
Armağan. Altıok’tan geriye ne kaldıysa; mektuplar, fotoğraflar, ve Altıok’un öğrencilerinden arkadaşlarına kadar pek çok insanın anıları, küllerden geriye ne kaldıysa. Metin Altıok’un kızı Zeynep Altıok Akatlı’nın hazırladığı bu metin, Şair’in yaşamına açılan genişçe bir pencere sunuyor.
Son bölümde Sivas Katliamı’nın ardı detaylı bir şekilde anlatılmakta; bu konuya pek değinmeyeceğim. Göstermelik birkaç hapis cezası verilmiş, ardından dava düşmüş, hapistekiler salıverilmiş, ceza alması gerekenler alttan alta kollanmış, anma etkinlikleri biber gazlarıyla sabote edilmiş. Kısacası, pek çok rezillik yaşanmış. Kimin söylediğini hatırlamıyorum şimdi, ama biri “O gün devlet orada yoktu,” diyor. Devletin orada olup bir köşeye çekildiği en acı olaylardan biri bu. Dönemin politikacılarının demeçleri, insanlık suçlarının bir derlemesi gibi, korkunç. Bu devlet, kendi evlatlarına kıyım kıyım kıydı ve kıymaya devam ediyor. Dehşetlerle dolu bir dünyada, insan kalmaya çalışanlara selam olsun.
Şimdi, insanların Metin Altıok hakkında söylediklerine odaklanalım.
Kız Kardeş: Meral Altıok
Meral Altıok, Metin Altıok’un kız kardeşidir. Aile hakkında birkaç şiirden parçalara yer verilmiş. Meral Altıok’un söylediklerinden, Şair’in çocukluğuna dair bazı ipuçları bulabiliyoruz. “Günlerdir birlikte yaşadığımız mutlu bir çocukluk anımızı hatırlamaya çalışıyorum. Üzgünüm ama bulamıyorum. Biz hiç çocuk olmadık. Ağabey-kardeş hiç oynamadık. Biraz aramızdaki yaş farkından, biraz annemiz yüzünden. Kısacası, mutsuz bir ailede, hüzünlü bir çocukluğu paylaştık seninle.” (s. 21) Metin Altıok orta üçe giderken, tavan arasındaki odayı vermişler ona; yukarıda kendine bambaşka bir dünya yaratmış. İlk resimler, ilk şiirler orada şekillenmiş. Böyle bir çocukluğun benzerini yaşayanlar, kendilerine bir alan, bir uğraş, dünyadan bir şekilde kaçış yolu bulmuşlardır. Altıok’un daha çocukken sevgisizlikle tanıştığını anlıyoruz; hatırlanan bir acı var, sonrasında Şair’in yaşamı karanlığa boğulduğu için bu anının her an yeniden yaratıldığını söyleyebiliriz.
Arkadaşlar ve Tanıklar
Sedat Hindioğlu, Altıok’un edebi yolculuğunda önemli bir yer tutuyor. Camus, Kafka, Sartre okumuşlar ve Huxley’nin distopyalarına odaklanmışlar. Neruda, Baudelaire, Lorca okuyorlarmış ve Altıok’un Ezra Pound’a ve T. S. Eliot’a ayrı bir düşkünlüğü varmış. Edebiyat öğretmeni Belkıs Zincirkıran ve resim öğretmeni Şeref Bigalı, Altıok’un yeteneklerini keşfetmiş ve Şair’in çalışmaları konusunda cesaret vermişler. Ertam Özen’in anlattıklarına göre, lisedeki tiyatro oyunları Altıok olmadan gerçekleşmezmiş. Bostanlı’daki tek balıkçı kahvesinin bir köşesini kitaplık haline getirmişler, şiir okuyup tartışırlarmış orada. Dernek bir bakıma, birbirlerini besleyen arkadaşların oluşturduğu bir oluşum. Altıok, Ankara’ya gidene kadar birlikte zaman geçirmişler, sonra yollar ayrılmış. Abdullah Nefes, otuz yıllık tanışıklıklarını dönemlere ayırarak anlatıyor. Altıok’un Bingöl yıllarından bahsederken, Altıok’un taşra yaşamından hoşnut olmadığını ve resmin peşini bıraktığını söylüyor. Kültürel çoraklığın ortasında, şiire sığınmış Şair, Ankara’ya on saatlik mesafede. Dağda bir pars iskeleti, orada ne işi varsa parsın. İntihar provaları, votka, şiir. Alkol bağımlılığı yüzünden veya sayesinde erken emeklilik, ardından Ankara günleri. Ahmet Erhan, Behçet Aysan gibi birçok arkadaşla şiir konuşulan günler. Ankara-İstanbul yolculukları, Mustafa Irgat’ın ve dolayısıyla Mina Urgan’ın Moda’daki evlerinde Turgut Uyar, Tomris Uyar, Füsun Akatlı ile geçirilen zamanlar. Ayrılıklar, Altıok’un memleketine yakın bir yerde öğretmenlik için başvurusu, dönemin hükümetinin Bingöl’e çıkardığı tayin, sonrası kavaklar. Oruç Aruoba’nın fakülteden arkadaşı Altıok, sofralardaki muhabbetler: Füsun Akatlı’nın DTCF’den atılışı, Nusret Hızır’ın gariplikleri, Bilge Karasu’yu Bölüm’e sokma entrikaları. “Metin’in -ve daha ılımlı olarak- Füsun’un kendilerine özgü Marx’çılığı ile benim ‘ultra-burjuva’ Nietzsche’iliğim tokuşurdu, rakı kadehleriyle birlikte; ama, öyle ahım-şahım bir anlaşmazlık oluşmazdı pek.” (s. 58) Altıok’un şiir yazdığını bilmiyorlarmış o yıllarda; daha çok resimleri biliniyormuş. Ankara’da sergi açmış Altıok, şairliği ise 35’inden sonra başlamış.
Ahmet Say ve Bingöl Günleri
Ahmet Say’ın tanıklıkları çok önemli. Fazıl Say’ın babası olan Ahmet Say, Altıok’un bir büyüğü ve yakın arkadaşıdır. Amme İdaresi Enstitüsü’nde çalışmakta olan Altıok’un memuriyet yaşamı düzenli bir ölümü çağrıştırıyor açıkçası. Altıok, evliliğinin sallanmaya başladığı yıllarda, ansızın evinden ve işinden ayrılıp, dokuz yılını geçireceği Bingöl’e gitmiş. Mektuplarında üç yıl kalıp döneceğini söylerken, neden dokuz yıl boyunca orada kaldığını anlamak zor. Zorunluluklar nedeniyle böyle bir durumda kalmış olmalı; Batıya tayin olmak, özellikle felsefe öğretmenliği için oldukça zor bir süreç. Altıok, ana caddesi dışında yollarının çamura bulandığı Bingöl’den, ara tatillerde ve yaz tatillerinde çıkabilmiş. Şiirlerini postayla göndermiş ama kitaplarının basımı konusunda işin kovalanması gerektiğini, birebir görüşmeler yapmasının zorunlu olduğunu anlatıyor. Bingöl Lisesi’nin durumunu merak ettim; öğrencileri tarafından sevilen, okula gelen müfettişlerin tanışmak için can attıkları bir öğretmenin neden başka bir liseye sürüldüğü hakkında bir bilgi yok. Oradan da Karaman İmam Hatip Lisesi’ne başka bir sürgün; herkes cuma namazına giderken nöbetçi olarak okulda kalan bir felsefe öğretmeni, neyin şiirini, neyin resmini yapabilir ki? “Metin, kendine eziyet etme yöneliminde olduğu için, hatta bunu biraz yaşam biçiminde dönüştürdüğünden, şiirinde de zora koşmuştur kendini.” (s. 66) Zorla, kanırta kanırta yaşanılan bir yaşamdan, küller ve alevler fışkırmış; yaşamın çatlağı şiirlerden oluşmuş.
Son Anılar ve Hüzünler
Mehmet Taner’den, bir şairden başka bir Şair’e buruklukla dolu sesleniş: Cemal Süreya’nın ikisine de omuz verdiği bir anı. Ardından Selahattin Hilav’dan şahane bir edepsizlik: Sofrada otururlarken Hilav, Bâki’den bir dize okuyor, Altıok’a dizenin hangi şiirden olduğunu soruyor. Altıok susuyor, cevap vermiyor. Hilav çıkışıyor: “Bâki’yi bilmeyen adamdan şair mi olur, sana SIFIR veriyorum,” diyor, böbürlene böbürlene konuşmaya başlıyor. Konuşması bitince bu sefer Altıok kalkıyor ayağa: “Otur Selahattin, ON!” Severmiş Hilav’ı Altıok; sofraya geçilmeden önce Hilav’ı arkadaşlarına anlatmış, adama duyduğu sevgiyi göstermiş. Fakat olanlar, ne kadar da can yakıcı. “Bizlere, hepimize kırgın mıydı? Onu Bingöl’de unutmuştuk.” (s. 72) Bu çok hüzünlü bir durum. Remzi İnanç haricinde değinen yok, Altıok bir gece bileklerini keserek intihar etmeye çalışmış ama ikinci eşi Nebahat Çetin Altıok hastaneye hemen yetiştirmiş. Bir gece boyunca ölüm ve kaybetme korkusuyla sabaha kadar beklemiş. Altıok’un anlattığına göre, yirmili yaşlarında adamlar sürekli olay çıkarıyormuş; korkunç bir okulmuş, çok zorluk çektiği belli. Bunun üzerine yalnızlık, tek başına sürdürülen şiir uğraşı, çok zor bir durum. Bunun yanında bir o kadar da güçlü, başkalarınca biraz olumsuz gözle bakılan bir yorum var; Özdemir İnce’nin Altıok’a söylediği “alaturka şiir” yorumu. Hafifsemeci bir yaklaşım gibi gözüküyor, İnce pek öyle anlatmasa da. Altıok, bu yorumu sevmiş, olumlu tarafından ele almış ve şiirinin gerçekten de alaturkalık taşıdığını söylemiş. Biçim Batı’dan Doğu’ya pek çok kaynaktan şekillenmiş; içerik alaturka, o la la. İnce’nin öğretmenlik konusundaki katkılarından da bahsedelim; İnce’nin arkadaşı Aydın Uğur’un babası Necdet Uğur o sıralarda Milli Eğitim Bakanı. Fakat İnce meseleyi Emre Kongar’a açıyor; Emre Kongar, işin tamam olduğunu söylüyor. Tamam olan yer Bingöl, Altıok’un istediği yer İzmir, Muğla. Bir anda ülkenin kuş uçmaz bir yerine yolculuk beliriyor ufukta.
Fotoğraftan kesilen Şair’in omzunda durmadan kanayan bir el var; hikâyesini bilen biri var ama şimdi hatırlamıyorum kim, anlatmıyor ama. Acı dolu bir anı, yine şiire taşmış. Merak ettim hikâyeyi ama başka bir detay bulamadım.
Son bir anı, Eren Aysan’dan: “Önceden karar verilmiş… Behçet’in bütün dostları muayenehanesinde toplansın diye… O gün arkadaşları onu anacak… Kapıdan içeri girer girmez o büyük yakıcı sessizliği hâlâ hücrelerimde bile duyumsuyorum. Annem salondaki berjer koltuğun tahta koluna başını dayamış ağlıyor… Ali Cengizkan sırtını duvara dayamış, ağzını bıçak açmıyor, Şükrü Erbaş Edebiyatçılar Derneği adına gazete için yeni bir ilan hazırlıyor; Ahmet Erhan bir sandalyeye ilişmiş; Akif Kurtuluş gözleri kıpkırmızı, yüzünü yere indirmiş, başını kaldırmıyor… Soru sormuyorum artık… Anladım her şeyi… Onu da kaybettik… Metin’imizi… Metin olmak artık çok zor…” (s. 117)