Okuma Deneyimim ve ‘Kırmızı Saçlı Kadın’
Her okuduğum kitaba – roman, öykü, vb. – başlarken, içimde bir umudun yeşerdiğini hissediyorum; bu umut, okumanın ‘iyi’ ve ‘güzel’ bir yolculuk olacağına dair. Bu ‘iyi’ ve ‘güzel’ kavramlarının tamamen öznel olduğunun, her okuyucuda farklı bir anlam taşıdığının bilincindeyim. Kendi beklentilerimi ise şu şekilde sıralıyorum:
- İnsanlık durumlarını derinlemesine incelemesi ve insanı çok yönlü işlemesi,
- Özenle seçilmiş bir dil (eğer çeviri ise, kaliteli bir çeviri),
- Nedenselliği güçlü, gerçekçi bir kurgu ve karakterler,
- Farkındalığı artırması ve bilinç yaratması.
(Burada gerçekçilikten kastım, anlatılanın ‘gerçek’ olmasından ziyade, en azından bir inandırıcılık taşımasıdır. Yazar, sürreal ya da gerçeküstü bir dünyanın kapılarını aralayabilir ve yarattığı karakterler, sunduğu arka plan ve atmosferle bu yeni dünyayı sorgulamadan benimseyebilir. Okur, bu yeni dünyanın içindeyken onun gerçekliğini yaşamaya başlayabilir.)
‘Kırmızı Saçlı Kadın’ı okumaya başladığımda, her roman gibi bu beklentilerle, önyargılardan arınmış bir zihinle okumaya özen gösterdim. Ancak, derinleşemeyen, neredeyse hiçbir nedensellik gözetmeyen karakterleri ve tesadüflerle dolu kurgusu, yer yer karşıma çıkan özensiz dil nedeniyle, maalesef heba olmuş bir roman olarak küçük kitaplığımda yerini aldı. Kendime soruyorum: Diğer Pamuk romanlarına göre daha kısa (195 sayfa) olan bu eseri okuyarak ne kazandım? Bende yeni bir farkındalık ya da bilinç yarattı mı? Bu sorunun cevabı ne yazık ki hayır. Oysa bir tarafta batının, diğer tarafta doğunun mitolojik unsurlarını barındıran, Sofokles’in Kral Oidipus’u (oğul babayı öldürür) ve Firdevsi’nin Şehname’sindeki Rüstem ile Sührab’ın (baba oğulu öldürür) çarpışmasını, sentezini sunma iddiasındaki bir roman hakkında yazıyorum. Ancak bu konuda derinleşme ve dişe dokunur bir tartışma göremediğim için roman boyunca yaşadığım hayal kırıklığı büyüyor.
Aslında, roman hakkında neden böyle düşündüğümü somut örneklerle açmayı planlıyordum. Hatta birkaç paragraf yazdım da… Ancak yazdıklarımı gözden geçirirken, romana dair birçok bilgiyi ve olayı ele verdiğimin farkına vardım. Bu nedenle, o satırlar yazımda yer almayacak. Fakat romanda birbirini takip eden olaylar arasındaki zayıf nedensellik ve karakterleri harekete geçiren itkilerin eksikliği, aklımdan geçen ‘Neden? Niçin?’ sorularına yanıt bulamamam, Orhan Pamuk’un romanı boyunca karakterlerin değil, kendi iradesiyle hareket ettiğini hissettirdi.
Roman ya da öykünün, yazarın istediği gibi yönlendirileceği bir mecra olmadığını düşünüyorum. Karakterlerin, yazarın sesiyle değil, kendi nesnellikleri içinde yaşamaları gerektiğine inanıyorum. Eğer karakterlerde ya da kurguda köklü değişimler olacaksa, yazar bu değişimlerin ardındaki nedenleri, altyapıyı, arka planı okura sezdirerek sunmalıdır ki, romanın iç tutarlılığı, gerçekçiliği ve nedenselliği zedelenmesin. Aksi takdirde, yazarın dayattığı bir kurgu ile okurun elinde, onun ağzıyla konuşan ya da hareket ettirilen kukalardan başka bir şey kalmıyor. Bu da, havada kalmış bir kurgu ile okuru yüz yüze bırakıyor.
Yapı Kredi Yayınları, 2016, 2. Basım
Orhan Pamuk (1952 – )