featured
  1. Yazılar
  2. Kitap İnceleme
  3. Blade Runner ve Philip K. Dick’in Vizyonu

Blade Runner ve Philip K. Dick’in Vizyonu

"Blade Runner" filmi, Philip K. Dick'in distopik vizyonunu sinemaya taşırken, insanlık, yapay zeka ve varoluş üzerine derin sorgulamalar yapıyor. Bu içerikte, film ve yazarın etkileyici dünyasını keşfedin.

service
0
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Blade Runner adıyla sinemaya uyarlandığını ve ardından devam filminin de çıktığını biliyoruz. Ancak, bilinmeyen birçok detay var; örneğin, Philip K. Dick’in 1960’larda nörobiyoloji alanındaki gelişmeleri takip edip etmediği. Muhtemelen etmiştir. Budist öğretilerde öznenin bir başkasıyla aynılığa ulaşmasının bir tekamül anlamına geldiğini de biliyor olmalıdır. Peki, insanı insan yapanın sağlıklı bir empati kurabilme yetisi olduğunu, Ramachandran’ın Öykücü Beyin adlı eserinde anlattığı şekilde nörolojinin “el yordamıyla” ilerlemeye çalıştığı yıllarda nasıl bilmişti, sezmişti veya kurgulamıştı? Bunu ölümüne merak ediyorum.

Voigt-Kampff Testi, androidleri ortaya çıkarabiliyor; filmde de birkaç androidin katledilmesini izliyorduk. PKD, bu testi kurgularken Toronto Empati Testi’nden haberdar mıydı? Testin tarihçesini bulamadım; muhtemelen o yıllarda henüz mevcut değildi. 1969’da Hogan Empati Testi diye bir şey varmış ama Voigt-Kampff’ın içeriğiyle benzer bir yapıya sahip olup olmadığını bilemiyorum. Sonuç olarak, PKD’nin müthiş bir öngörü sahibi olduğunu söyleyebiliriz.

İkinci mesele ise, insanın geçirdiği evrimle hukuki gelişmelerin aynı hıza sahip olmaması. Androidler, insanların empatik niteliklerini taşımadıkları için öldürülüyorlar. Peki, biyolojik yapıları insanlarla hemen hemen aynı olan androidler, evrimin bir parçası olmalarını göz önüne alırsak, kendilerini insandan ayıran eksik parçaya, empati yeteneğine kavuşurlarsa ne olur? PKD bu durumu tersinden ele alıyor; çeşitli zihinsel hastalıklardan muzdarip insanların Voigt-Kampff’tan geçemediklerini ve androidlerden ayrıştırılamadıklarını, en azından böyle bir tehlikenin var olabileceğinden bahsediyor.

Burada nörolojideki son gelişmelere odaklanabiliriz. Ramachandran, kendi incelemesinde beyin ameliyatı geçiren bir hastadan bahsediyor. Hastanın beynindeki acı bölgesini bulma çalışmaları sırasında hasta, acı çeken başka bir hastayı görüyor ve kendi acısının beyninde yaktığı ışığın aynısı yanmaya başlıyor. Bu, sanki beyinler arasında henüz keşfedilmemiş bir kolektif bağlantı varmış gibi bir durum. Bu olay, ikiz parçacıklara benziyor; evrenin herhangi iki noktasındaki eş parçacıkların aynı değişimlerden geçtiği keşfedilmiş. Bir parça kara deliğe girip farklı bir uzay-zamana doğru yolculuğa çıkarken, -teorik bir şey bu tabii- diğer parça eşinin özelliklerini aynen yansıtmaya devam ediyor, arada ışık yılları ve belki de başka evrenler olmasına rağmen.

Bu durumda, androidlerin evrim geçirip empati yeteneği kazandıklarını düşünelim. Onlara insan diyebilir miyiz artık? İnsanı insan yapan en büyük nitelik empati mi? “Sonradan insanlık” diye bir şey mümkün mü? Harari ve Kaku, bu konu üzerinde duruyor. Bilimsel gelişmeler öyle bir ivme kazandı ki, hukukun yavaşlığı gelecekte büyük problemlere sebep olacak. İnanılması güç ama bir örneğini günümüzde bile görebiliriz. Hayvan haklarına dair yasaları, ya da en önemlisi, erkek egemen toplumun çürümüşlüğünü gözler önüne seren kadın cinayetlerini düşünelim. Mevzunun altındaki temel problemlerin varlığı bir yana, hukuk tam olarak uygulanmıyor veya uygulama geç kalıyor; bu yüzden her ay onlarca kadın şiddete uğruyor, öldürülüyor.

Bir dünya aksaklığın yol açtığı rezilliklerin yanında, bilincin başka formlara kavuşmasıyla birlikte insanlığı tekrar düşünmeye başlayacağız. Hümanizm sonrası, yani insan merkezcilik sonrası dönem çoktan beri teorileştiriliyor; çeşitli çıkarımlarla geleceğin dünyası oluşturuluyor. PKD’nin de ucundan kıyısından dokunduğu bu mesele, ileride insanoğlunun en büyük problemlerinden biri haline gelecek. Neyse, metinde bunlara benzer pek çok mesele ortaya konuyor kısacası. PKD, 2000’lerin başlarında anlatısını geçiriyor; elli yıl öncesinde biraz iyimsermiş, o kadar ilerleyemedik sonuçta. Kendimizi büyük ölçüde yok etmeyi başaramadık, toz bütün dünyayı ele geçirmeye başlamadı henüz -bu toz olayı Interstellar’ın senaryo yazarına ilham verdi muhtemelen- ve androidler kaçak göçek yaşamaya başlamadılar. Kaku, yüz yıl sonra yapay zekalı varlıklarla bir arada yaşayacağımızı öngörüyor; bilimin üstel ivmelenmesi kısa sürede aklımızı alacak gelişmeleri ortaya çıkaracak. Bunun yanında çok daha öncelikli problemlerimiz var tabii; önce bir arada yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor.

Rick Deckard ve Kıyamet Sonrası Dünya

Rick Deckard ve Kıyamet Sonrası Dünya

Anlatı bir gün süresince yaşanan olaylara odaklanıyor ama nasıl bir gün, görmelisiniz. Rick Deckard sabah uyanıyor, eşiyle tipik tartışmalarından birini sürdürüyor. Iran’a göre androidler zavallı varlıklar, Mars’ta kapana kısılmış bir şekilde varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar ve arada sırada Dünya’ya kaçmaları hoş görülebilir. İnsanlık böyle düşünmüyor, özellikle Deckard. Öldürdüğü her android başına 1000 dolar alıyor; dünyanın ayvayı yediği bir zamanda iyi para açıkçası. Elektronik bir hayvanları da var, koyun. Statü göstergesi, sınıf atlama aracı. Gerçek hayvanlar inanılmaz pahalı, elektronik olanlar satın alınabilir seviyede ama gerçek olmadıkları ortaya çıkarsa insanlar sahiplerini aşağılıyor. Bu yüzden Deckard ve eşi hayvanlarının elektronik olduğunu gizliyorlar.

Zaten birine, “Hayvanınız gerçek mi?” diye sormak büyük terbiyesizlik olarak görülüyor; ahlaki değerler, sahip olunan metaların gerçek olup olmamasına göre biçimlenmiş. Böylesi bir dünyada pek çok şey gizleniyor veya daha sanal biçimlerde yaşanıyor. Sanal ortamlardan biri, adını “empati makinesi” diye üfleyeceğim bir şey. Tuşlarıyla duygu durumlarını ayarlayıp unutulmuş duyguları yaşayabiliyor karakterler; başkalarıyla empati kurabiliyorlar. Böylece zaman da geçiyor, tozlar bir süreliğine unutuluyor. Kıyamet sonrası zamanlar yeni inançlar da yaratmış; gerçek yaşamın da sanaldan aşağı kalır yanı yok açıkçası. Mercerizm denen bir inanç var. Mercer adlı varlığın müritleri, yeni dünyaya yeni emirler vasıtasıyla uyum sağlayabiliyorlar. Bunu “tavuk kafa” denilen tipler de başarabiliyor.

İnsanın beyin yapısı bozunuma uğramış durumda; bazı insanlar bilişsel yetilerini kaybederek bitki olmaya doğru hızla yol alıyorlar. Bunlara önce “tavuk kafa”, sonrasında “karınca kafa” veya benzeri isimler veriliyor. John Isidore ile karşılaştığımızda, tavuktan hallice kafasının aşık olma açısından işlevselliğini yitirmediğini anlıyoruz. Yalnız yaşayan adam, alt katına taşınan kadına aşık oluyor ve sonrasında kadınla kadın arkadaşlarına yardım elini uzatıyor. Ancak önce Deckard’ın bölümlerine bakmalıyız.

Dedektifin öldürmesi gereken beş android var; yeni modeller ve insanlardan ayrılmaları çok zor. Voigt-Kampff Testi’nin işe yaradığı söyleniyor ama birtakım şüpheler var. İnsanların android sanılıp öldürüldüklerine dair söylentiler dolaşmaya başlayınca, androidleri üreten şirkete gidiyor Deckard. Kısa süre önce avın başındaki Dave Holden, androidlerce saldırıya uğrayıp ekarte edilmiş; Deckard, avın başına bu kez kendisi düşüyor. Filmin başladığı sahnedeyiz şu an, Deckard mekâna gelip Rachael Rosen ve Eldon Rosen ile tanışıyor. Rosen Şirketi’nin esas elemanları bunlar. Bu noktadan sonrası ise av-avcı ve insan-android tanımlarının muğlaklığı üzerinde kurulu.

Deckard, Rachael’a testi uyguluyor ve kandırılmanın kıyısından dönüyor. Testin güvenilirliğinin çok düşük olduğu ortaya çıkıyor. Androidler varlıklarını sürdürebilir, tabii ortaya çıkıp öldürülmezlerse. Kaçmaca, kovalamaca, insanın temel niteliklerini taşıyan androidleri eskisi gibi düşman olarak görememe durumu; Deckard, günün başında androidleri katil olarak görürken günün sonuna doğru fikirlerini toptan değiştirecek noktaya doğru yaklaşıyor. Ancak karar vermek zorunda; ya düzenin sürmesini sağlayan piyonlardan biri olacak, ya da, eh, başka bir şey olmayacak zaten.

PKD’nin İkili Dünyası ve Mercerizm

PKD’nin insanı terste bırakan oyunlarının en iyilerinden biri bu metinde yer alıyor. Mercerizm ve karşı güç olarak muhalif bir radyo programı yapımcısı, PKD’nin tipik düalizmini oluşturuyor. İki inançtan hangisi ağır basarsa insanlar o tarafa çekiliyor; ama mutlak bir gerçek, mutlak bir doğru veya yanlış yok. Olay örgüsünün içinde Deckard’ın android olup olmadığından bile şüphe ediyoruz; android avlayan bir android olarak varlığını sürdürüyor olabileceği fikrinden kurtulamıyoruz. Zira android olduğunu bilmeyen androidler ortaya çıktıkça kimin ne olduğu iyice muğlaklaşıyor, bilinmeyenin içine doğru çekiliyoruz.

Kurulan muazzam bir tuzaktan bahsetmeliyim. Deckard’ın ölümle burun buruna geleceğini hiçbir şekilde çıkaramayacağımız durumlar yaşanıyor. Androidler şahane planlar kuruyorlar ama empati yetenekleri, davranışlarında birtakım tutarsızlıklara ve bozulmalara yol açtığı için eksiklerini iyi gizleyemeyenler hemen ortaya çıkıyor. Deckard’ın uğraştıkları sona kalan zeki tayfadan gerçi, bulunmaları kolay olmuyor. Liderlerinin sesini dinliyorlar; bunu Deckard da yapıyor ve iki ilahi güçten birinden yardım alıyor. Musa’nın dağa çıkıp Tanrı’yla konuşması gibi. Dinler tarihinden referanslar, aralara serpiştirilmiş durumda; dikkatli okur bulabilir bu göndermeleri.

Sonuç olarak, PKD’nin en iyi metinlerinden biri olarak kabul edilebilir; söyleyecek fazla bir şey yok.

0
be_enmek
Beğenmek
0
komik
Komik
0
sinirli
Sinirli
0
s_k_c_
Sıkıcı
0
_a_rmak
Şaşırmak
Blade Runner ve Philip K. Dick’in Vizyonu
+ - 0

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Binbir Kitap ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Uygulamayı Yükle

Uygulamamızı yükleyerek içeriklerimize daha hızlı ve kolay erişim sağlayabilirsiniz.

KAI ile Haber Hakkında Sohbet
Sohbet sistemi şu anda aktif değil. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.