Bu kitap, çağın saçma sapan alışkanlıklarına sahip olmadığımızda “çatlak” olarak damgalanacağımızı, bunun ise son derece normal bir durum olduğunu vurguluyor. Yazar, cep telefonlarını kullanmamız gerektiğini, dünyaya belli bir ölçüde uyum sağlamanın mutluluk getireceğini dayatmadığı için bile okunur. Domingo’dan çıkan başka bir eser ise orta yolcu fikirler barındırıyor; uyumsuzluğun ıstırabını dile getirmeden, dünyadan çıkış yollarının sıradan ve bayat güzergâhlarını sunmakla yetiniyor. Foley, hastalıklı bir topluma uyum sağlamanın sağlıkla bir ilgisinin olmadığını savunuyor. Yani, kabul edilmenin nimetlerinden faydalanabiliriz ama içeride, bir yerde her şeyin yanlış olduğuna dair bir his içimizi kemirir durur. Eğer biraz hassassak, deliliği görmezden gelemeyiz. Antidepresanlar kafayı istediği kadar betonlaştırabilir; her metanın, metalaştırılmış cinselliğin ve duyguların en uç noktalarını arayabiliriz, elde edebiliriz. Ancak yine de o çürük tadı alırız; aradığımız şeyin başka bir yerde olduğunu düşünmekten doyumsuz kalırız, hep başka bir yere bakarız. Arabamızı, sevgilimizi, eşimizi değiştiririz ama boşluk olduğu gibi durur. Dönemsel ilişkiler sürüp giderken, eşyayla kurulan ilişki insanla kurulan ilişkiden farksızlaşır; bir üst modeller elden ele gidip gelir. Foley, bu saçmalıkları Tevrat’tan, Buda’dan ve Sartre’dan örneklerle destekliyor ve çıkış yollarını dayatmasız bir şekilde ele alıyor. Doğrudan bir gösterge yok, sadece sezdirilen davranışlar ve düşünceler var.
Alt başlığı yayınevi koymuş, “Kafası Karışıklar İçin Olan Biteni -ve Kendini- Anlama Rehberi” olarak okuyabilirsiniz bu metni. Tipik kişisel gelişim metinlerinden uzak bir anlamlandırma çabasıyla, bazı bölümlerde kişisel gelişime alaycı bir şekilde yaklaşan yazar, hap formüllerin geçici etkilerden öteye gitmediğini savunuyor. Ayrıca, bu tür kitapların farklı sosyal sınıflar için ne gibi saçmalıklara yol açabileceğinden de bahsediyor. Örneğin, ihtiyaçlar hiyerarşisinde alt basamakları işgal eden insanların mutlu olmak için daha fazla oral seks yapmalarını önermenin ne denli absürt olduğunu ifade ediyor. Farklı seviyelerdeki insanların çıkar yolları uyumsuzsa, o kitapların hiçbir anlamı kalmaz. “Mutluluğun Saçmalığı” adlı bölümde Foley, bu meselelere daha derinlemesine değiniyor. Önce problemlerin sunumu, ardından stratejiler, ve son olarak da “Saçmalığın Mutluluğu” bölümüyle genel bir çıkarım yapıyor. Sınıf farkı gözetmeksizin dünyanın durumunu değerlendiriyor; herkes için bir anlam arayışı var.
Mutluluk ve Tatminsizlik
İlk bölümde “mutluluk” kavramı ele alınıyor. Herkes, daha fazlasını hak ettiğini düşündüğü için tatminsizlikten kıvranıyoruz. “Mutluluk gibi bayat, eski bir terim için fazla bilgili, fazla sofistike, fazla alaycı, fazla bilge, fazla post-her şeyiz.” (s. 2) Mutluluğun tanımı muğlak; çizgileri belirsiz olduğu için, Arendt’e göre “erdemli eylemlerin doğaları icabı görünmez kalmaları gerektiği” de hesaba katıldığında, mutluluğun dilsiz, sadece hissedilen ve düşünüldüğünde uçup giden bir varlığı çıkmaza sokuyor. Dünya ve benlik arasında kurulamayan anlam birlikteliği, mutluluk için gereken sessizliği sağlayamamamıza neden oluyor. Asgari ölçüde insani ilişkilere gereksinim duyuyoruz ama etrafımızda “ışıltıyla gülümseyen depresifler” var; bu insanlarla birlikte yaşamak oldukça yorucu. Onlar karakter değil, tip olarak yaşıyorlar ve belli bir yüzeyselliğin ötesine geçemiyorlar. Fromm’a göre “anonim otorite” bu şekilde ortaya çıkıyor. “Anonim otoritenin en etkin numarası, tavsiyelerini aksiyom (doğruluğu genel kabul gören önerme) kılmasıdır.” (s. 11) Çatlak olarak değerlendirileceğiz; herkesin yaptığını yapmayarak bir tehlike olarak işaretlenip bir ölçüde dışlanacağız. Önemli olan bununla birlikte yaşamayı kabul edip edemeyeceğimizdir. Reklam ve id tarafından sürekli dürtülüyoruz, otoritenin bir parçası olmamız yönünde baskılara maruz kalıyoruz ve bu durumlardan pek hoşnut değiliz. Çemberin dışına çıkmak istiyoruz diyelim; Foley’ye göre, düşünürlerin binlerce yıllık birikimlerinden faydalanarak bunu başarabiliriz. Tarkovski’nin ve bizim kahveden Hilmi Dayı’nın söylediği bir şey var: insanın yalnız kalmayı öğrenmesi gerekiyor. Gruba muhtaç değiliz; tek başımıza da var olabiliriz. “Nasıl yaşanacağının bir dizi maddeyle söylenmesini talep eden tek çağ, bizim sabırsız, açgözlü çağımızdır.” (s. 11) Beyin taramalarında kaliteli ve pahalı markaların dinsel imgelere eşit sinirsel tepkiler doğurduğu görüldü; insan için bundan daha korkunç bir durum olamaz. Her şeyin pazarlanabileceği bir zamanda Buda’dan medet umabiliyoruz. Çağın istencinden anlayarak, içgörü edinerek kurtulabiliriz, istersek tabii. Tutarlı ve mantıklı davranışları alışkanlığa dönüştürmek sağlam bir çözüm gibi görünüyor. Bunun için beyinde yolaklar oluşturan nöronlarımızı biraz zorlamak gerekecek; her birey kendi çözümüne ulaşabilmek için otoritenin insanda çocukluktan itibaren kurduğu yapıları anlayacak ve değiştirecek. Bunun için yalnız kalmayı göze alabilmek gerekiyor. Kendinde hak görme olayı, potansiyelin cazibesi de dizginlenecek; her şeyi elde edemeyeceğimizi anlamamız lazım. “Kendini değiştirmeye tapınma” yüzünden birey, kim olduğunu ve ne istediğini düşünecek noktayı bir türlü yakalayamıyor Foley’ye göre. Bir Sonraki Müthiş Şey’in peşinde devinip duruyoruz. “Bir ilişkide veya işte zorluklar varsa, cezbedici olan bir diğerine geçmektir. Bu da sorunlarla yüzleşip aşma tatminini devre dışı bırakmakta ve hayati önem taşıyan musibetten pay çıkarma, olanı avantaja çevirme becerilerini mahvetmektedir.” (s. 31) Seneca’dan bir alıntı var: yarını düşünüp bugünü çöpe atan insan için huzur mümkün değil. Tüketimsel bir itkimiz var; kendimizi bir ürüne çevirip tükendikten sonra değiştirmek de bu döngünün içinde. Bir insan bu açıdan kendini ne kadar değiştirebilirse, selfie çekip her yerde paylaşmanın herkes için aynı anlama gelmeyebileceğini, ancak derinlerde bir yerde kendini bir ürüne dönüştürme ihtiyacının getirisi/götürüsü olabileceğini anlamalı. “Ben bir ürünüm, kendimi bu biçimde inşa ettim, bir değerim var.” Sonra başka bir selfie, bu döngü böyle sürüp gidiyor. Foley, pornoyla benzerliklerinden bahsediyor; idealize edilmiş bir gerçeklik boyutu ama gerçeğin çok uzağında. Bunun genetik yansıması için ayrı bir bölüm var; determinizm ve özgür irade arasındaki ilişkiden insanın kendinden başka her şeyi suçlamaya dönük bir gelişim sürecinden geçtiği fikri kabul edilebilir. Dolayısıyla, çağımızda patlayan komplo teorileriyle başarısızlık kavramının modasının geçmesi aynı kaynaktan doğar gibi gözüküyor. Mantıklı bir hale getirilen saçmalıklar yüzünden her birey kendi saçmalığını üretebilir ve tüketebilir durumda. Sorumluluk duygusunun ortadan kalkmasıyla insan, otoriteye daha da yakınlaşıyor; başkasının verdiği kararlardan mesul değiliz, bu da rahat olmamızı sağlıyor. Başımıza gelen kötü şeylerden sorumlu tutulacak birileri var; sürekli bir şeyler olacak ve böylece talihsizliklerin etrafından dolanabileceğiz. Şahane bir kendini kandırma mekanizması bu. Kırılması için insanın bir an durup düşünmesi gerekiyor ama bu da mümkün değil. Düşünmemizi engelleyecek milyon tane etken var; her yerde yüksek sesle çalan müzikler, motor sesleri, gözü kör edecek ışıklar var. Dikkat dağınıklığı çağın gerekliliği gibi gözüküyor. Aynı anda sekiz kitabı birden okumaya çalışmak, birkaç işi aynı anda götürmeye çabalamak -tabii bu bir şekilde zorunluluktan yapılmıyorsa- canımıza okuyacak dünyanın elini güçlendirmek anlamına geliyor. Bunun bir etkisi de bireye olan inancın azalması olarak ortaya çıkıyor. İnsanlar artık tek başlarına kitap bile okuyamıyor, bir okuma grubu şart. Bir şeyler yazmak için atölyelere gidiliyor; yalnızken yapılan işler değersiz olarak görülüyor. Sessizlik, yalnızlık, bir nevi ölüm; acımasızlığın somutlaşmış hali.
Uygulamalar: Saçmalıkların Derli Toplu Halleri
“Uygulamalar” bölümünde, saçmalıkların derli toplu halleriyle karşılaşıyoruz. İlk kısım “iş”in saçmalığına ayrılmış. Grup çalışmaları, saçma sapan etkinlikler, takım oyunları, dozunda mizah, rahatlama alanları ve anları, bireyi biçimlendiren bir dolu baskı mekanizmasıyla dolu. Aşk ise bir başka mevzu; karşılıklı beklentilere dönüşen geçici bir coşku halinden öteye gitmiyor. “Doğru kişiyi bulmak” ve “ruh ikizi” kavramlarının sağlam bir eleştirisi var: “Sevdalılar, aşk tanrısının oklarının rastgele kurbanları olduklarına inanmaktan hoşlanırlar ama aslında büyük olasılıkla yoksunluğun, yalnızlığın ve güvensizliğin kurbanlarıdırlar; sorumluluğu teslime heveslidirler ve fantezi kurmaya yetenekleri vardır fakat anlama ve kendini bilmeye yoktur. Ama yaşama ve dünyaya parlaklık katan bir coşkuya kapılmışlarsa ne fark eder? Sevdalılar müthiş seks yapmıyor ve genel anlamda daha çok eğlenmiyorlar mı? Sorun, sevdanın kalıcı olmamasıdır. Büyük ihtimalle daha kısa sürmesine rağmen sevdanın genelde, ortalaması bir yılı biraz geçmek kaydıyla (ortalama dikkat süresi gibi, muhtemelen sevda süresi de azalmaktadır) en fazla iki yılda son bulduğuna yönelik bir iddia mevcuttur. Ama sevdalılar mutlu mesut ve zaman sınırlamasından habersiz yaşarlar ki hüsran bu yüzden şok edici gelir.” (s. 183) Mevzunun hormonlarla ilgisi geliyor sonra; sadakat geninden bahsediliyor, birbirine düşkün ebeveynlerin çocuklarının diğer çocuklara göre farklı oldukları yönler ele alınıyor. İşin özeti şu ki, birbirine uygunluk denen şeyin ön koşullardan çok yoğun bir çabayla kazanıldığı ilişkiler uzun sürüyor ve doyurucu oluyor. Yaş meselesi de var ama onu geçelim.
Saçmalık ve Mutluluk
Saçmalık, çağımızın mutluluk kaynağı olabilir; son bölümün konusu bu. Bir çuval para harcayarak kendi gitarımızı yapabilir, en kısa sürede en çok hamburgeri yeme şampiyonu olabiliriz. Bunlar, bizi mutlu eden şeyler olabilir. Kendimize özgü bir şeyler yapmak, yani bizi yanılgıya düşmeden mutlu eden şeyleri bulmak önemlidir. Eh, başarırsak yırtıyoruz işte.
Algan Sezgintüredi çevirisi. Bazı cevaplara ihtiyacınız varsa buraya bakınız.