featured
  1. Yazılar
  2. Kitap İnceleme
  3. Orhan Koçak’ın Beckett ve Proust Üzerine İncelemesi

Orhan Koçak’ın Beckett ve Proust Üzerine İncelemesi

service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Orhan Koçak’ın Sunuş Yazısı Üzerine

Orhan Koçak'ın Sunuş Yazısı Üzerine

Metnin çevirmeni Orhan Koçak’ın sunuş yazısında, Samuel Beckett’ın bu eseri 1930 yılında, henüz yirmi dört yaşındayken Paris’te öğretmenlik yaptığı dönemde kaleme aldığını belirtiyor. Koçak, metnin sipariş edilmesinden yazılış sürecine kadar geçen zaman diliminde yaşananları kısaca inceliyor. Beckett, metni yazarken onun basılıp basılmayacağından emin olmadığını dile getiriyor. Yeni tanıştığı James Joyce’un isteğiyle yazdığı, Joyce hakkında kaleme aldığı yazıda daha çok temalar ve biçimlerle ilgilendiği gözlemlenirken, bu metinde yalnızca Marcel Proust’a odaklanmış olduğunu vurguluyor. Proust’un üslubunun, Beckett’ın daha geniş bir noktaya odaklanmasını engellediği seziliyor.

Koçak’a göre, Beckett metnin başlarında Kayıp Zamanın İzinde‘ye belirli bir mesafede durarak anlatıyı değerlendirirken, sonlara doğru hayranlığını gizleyememiştir. Proust hakkında daha önce yayımlanan yazılara pek gönderme yapılmadığını, André Gide, Jean Cocteau ve Anatole France gibi yazarların eserlerine de yer verilmediğini ifade ediyor. Beckett’in minimalist üslubunun izlerine bu metinde rastlamak mümkün olmuyor; Koçak, Beckett’ın ‘allamelik’ yaptığını, metin boyunca anlamı olmayan veya dolaşımdan çıkmış sözcüklere düşkünlüğünün gözlemlendiğini belirtiyor. Bunun yanı sıra, Proust’un üslup sorununu değil, bir ‘görüş’ sorununu taşıdığını ifade ederken, Beckett’in gelecekteki üslubuna biçilecek payeyi de önceden belirtiyor gibi görünmesi, esinlenmenin küçük bir izidir.

Beckett, yazdığı kitaba notlar düşerken, “ucuz, parlak bir felsefi jargon” kullandığını belirtmekte ve “travmatik zamansallık” kavramını açabilmek için kendi edebiyat kuramını oluşturmaya yönelik bir çaba içinde olduğunu vurguluyor. Koçak, Kayıp Zamanın İzinde ile Proust’un ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Bergson’dan nasıl etkilendiklerine değinerek, Bergson’a da referans veriyor. Yanlış hatırlamıyorsam, Proust’un pek de iyi bir Bergson okuru olmadığını belirtiyor; ancak akrabalık bağları nedeniyle belli bir sıklıkla görüşmeleri ve aralarındaki sohbetlerin Proust’un düşüncelerini şekillendirmiş olabileceğini de ekliyor.

Bergson’dan ayrı düştüğü noktaları anlattığı bölüm bir yana, anlatısının “Bergsoncu roman” olarak görülebileceğini söylemesi, kendisini Bergson’dan pek de uzak düşürmüyor. Beckett’in ele aldığı konulardan birini teklik (tekillik) üzerinden değerlendirebiliriz; Beckett’e göre nesnenin belirli yönleri herhangi bir olumlu senteze ulaşmaz. Nesne evrim geçirir ve sonuçlandığında bu sonucun vakti geçmiş olur. Proust’un metninde özne-nesne ayrımını yapmak son derece zordur. Anlatıcının özneliğinden bahsedilebilir; fakat nesneler, yol açtıkları anlatı parçalarından sonsuz bir akışı sürdürmektedir. Anlatı, bu akış üzerinden devam ederken, öznenin özne olarak değerlendirilebileceği tek nokta, bu akışı nereye bağlayabileceğine karar vermesidir. Ancak bu bağın ne ölçüde anlatıcının veya Proust’un elinde olduğu, özgür iradenin belirsizliğinde bir fikir belirtmeyi zorlaştırır. Burada yalnızca bir anlatma itkisinden söz edilebilir belki.

Proust, büyük anlatısının sonunda metnini tamamlayabileceğinden şüphe duyduğunu, uzun bir süre bu şüpheyle boğuştuğunu dile getirir. Ağır bir hastadır ve anlatacaklarının bitmediğini sezdirir; onun eylemi, bir yaşamın tek bir nefeste anlatılması gibidir. Soluk almasını giderek güçleştiren hastalığını bir anlatı biçimi olarak kullanmış gibidir; soluksuz bir karmaşıklık, tek bir hamlede geçilen bir hayatın taşıdığı her şeye dokunma çabasıdır.

Beckett, Proust’un zaman algısına odaklanıyor en başta. Proust, kuracağı yapının iskeletini anlatının bir noktasında ele alıp neden-sonuç ilişkilerini ayırma ve sıraya koyma eyleminin sanatçıyı olumsuz bir konuma yerleştireceğini düşünür; ancak edebiyatın kurallarına rağmen metnini istediği gibi kurar. Anlatıda, Zaman’da yer alan nesneler, büyük bir köke bağlı olan mikro zamanlar olarak yeniden belirir. Belleğin kullanımının doğrudan bir çağrışım ve canlandırma aracı olmasının, kontrollü bir sahteliğe yol açacağını düşünür. Oysa yalnızca tek bir gerçek ve tek bir yeterli canlandırma tarzı vardır ve bu denetim dışındadır; bilincin uzanamadığı bir noktadan doğar bu gerçeklik, yalnızca takip edilebilir, kontrol edilemez. Gelecek de bu gerçekliğin bir parçasıdır; anlatıdaki öte zamanlar, bir şekilde gerçekleşmiş ve anlatılmayı beklemektedir.

Albertine’in kaçma olasılığını kaçışından ayıramamak bunun bir örneğidir. Anlatıcı, bütün olasılıkların anlatısını tek bir anda birleştirip kurgusunu bu yoğunluk üzerine kurmaktadır. Beckett, Marcel-Albertine ilişkisi üzerinden özne-nesne ilişkisine kapı aralar; bu konuda dikkat çeken bir cümle: “En iyi olasılıkla, Zaman içinde gerçekleştirilebilecek şey (Zaman’ın verebileceği şey), ister Sanat’ta ister Yaşam’da, ancak parça parça, bir dizi kısmi ilhak yoluyla elde edilebilir – asla bütünsel olarak ve bir anda değil.” (s. 27). İlhaktan kastı, zaman parçalarının manipüle edilerek âna tıkıştırılması olarak görüyorum; öte yandan, bu bir travmatizasyon sonucu olarak ortaya çıktığı için Beckett’e göre “Proust’gil kötümserlik” olarak algılanıyor. “Bellek ve Akışkanlık, Zaman kanserinin yüklemleridir.” (s. 28)

Bu iki ögenin metin üzerindeki etkilerine bakıyoruz. Dünyanın her gün bir kez daha yaratılması gibi yaşam da art arda gelen, aynıymış gibi görünen ama tekrar tekrar yaratılan alışkanlıkların toplamıyla şekillenir. Her günün aynılığı, defalarca gerçekleşen uyuma, uyanma ve kıskançlık gibi duygular üzerinden, François gibi karakterlerin karikatürlüğü vasıtasıyla dile getirilir. Anlatıdaki temel kötümserliği en çok besleyen olgu, bu durumun yol açtığı kırılma anlarında yaşanan duygulanımın anlatıcı üzerindeki olumsuz etkisi olarak görülebilir. Mutsuzluk demeye de elim varmıyor; anımsamadan kurtulamamanın ve bu kurtulamayıştan beslenmenin yol açtığı tatminin döngüsünden kaynaklanan kötümserlik, ne kadar kötümserlikse. Beckett, bunun pek çok örneğine rastlayabileceğimizi söylüyor, anlatıdan örnekler veriyor ve ayrılık acılarına değiniyor. Albertine’in ortadan kaybolmasından yola çıkarak, anlatıcının hissettiklerini irdeliyor ve bu durumu yitirilmiş Cennet’e kadar götürüyor.

Anımsama meselesi, Beckett’ın Proust’un zayıf bir hafızaya sahip olduğunu söylemesiyle başlıyor. Bu sebeple, algı parçalarına yol açan her bir ögenin sıkıca tutulduğunu belirtiyor; dikkatsizlik sırasında kaydedilenler ise kurmacaya doğrudan sokuluyor. Proust’un belleği bir “çamaşır ipi” gibidir; asılanlar dışında asılabilecekleri ve asılanları da hissediyor. Çok sayıda benliğin defalarca kurduğu anlatılar, bir şekilde kasıtsız bir biçimde bir araya gelerek metni oluşturuyor. “Yapıtı bir kaza değildir, ama kurtarılmış olması kazadır.” (s. 37)

Zaman, Alışkanlık ve Bellek üzerinden bir Proust okuması, üstelik Beckett’ın kaleminden… On numara!

0
be_enmek
Beğenmek
0
komik
Komik
0
sinirli
Sinirli
0
s_k_c_
Sıkıcı
0
_a_rmak
Şaşırmak
Orhan Koçak’ın Beckett ve Proust Üzerine İncelemesi
Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Binbir Kitap ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Uygulamayı Yükle

Uygulamamızı yükleyerek içeriklerimize daha hızlı ve kolay erişim sağlayabilirsiniz.