Gökalp Baykal ve Bob Dylan
Gökalp Baykal’ın müzisyenliği gerçekten etkileyici. 2000’lerin ortasında karşılaştığım şarkıları hala aklımda yer etmiştir. Akademisyenlik yönü hakkında pek bir bilgim yok, ama onun da başarılı olduğunu umuyorum. Baykal, Bob Dylan’ın Türkiye’deki önemli temsilcisi olarak anılabilir; zira 80’lerin ortası ve sonunda Dylan üzerine yazdığı iki önemli çalışma ve Roll gibi prestijli dergilerde yayımlanan makaleleri var. Bu iki çalışmaya, Kadıköy’deki gizli bir kaynakta rastlayarak, biraz da kesenin ağzını açıp iki kitabı da satın aldım. Ancak, bu uzun metin yaklaşık on yıldır elimdeydi. Eğer biraz daha dikkatli göz gezdirmiş olsaydım, bu kitabın diğer iki eseri de içerdiğini fark edip para harcamaktan kaçınabilirdim. Koleksiyoncu değilim; biriktirmeyi hiç sevmem ve evdeki onca kitabı satmayı beklediğim günün gelmesini sabırsızlıkla bekliyorum. Muhtemelen, bina kentsel dönüşüm kapsamında yıkılacağı zaman bu gerçekleşir.
Neyse, Baykal’ın Dylan konusunda yetkili bir figür olduğunu belirtmiştim; kendisi de bir hayran olmaktan çok daha öte bir konumda durduğunu ifade ediyor. “Dylan’ın çocukluk günlerinden başlayıp günümüze uzanan inişli çıkışlı, hatta fırtınalı yaşamını farklı ağızlardan aktarmak sıkça başvurulan bir yöntem olagelmiş. Ben de bu araştırmayı oluştururken benzer bir yol izlemekten çekinmedim. Ancak benim yaklaşımım, ağırlıklı olarak Dylan albümlerini ve filmlerini esas almak oldu; tarih şeridini albümlere dayandırarak, eserlerini yaşam öyküsünün önüne aldığımı baştan belirtmekte yarar görüyorum.” (s. 10)
Şairin yaşamı, onun müziğine dahil; dolayısıyla albümlerde bir yaşamın izini sürmek mümkün. İzlerin derinliğine göre değişir elbette. Dylan’ın müziği, çalkantılı yaşamıyla paralel bir şekilde evriliyor. Ancak yaşamına dair pek çok detayı atlıyor; belki de yüzlerce şarkı arasında hayatının karanlıkta kalan bölümlerini irdeleyen şarkılar mevcuttur. Ama bu şarkılar albümlere giremeyen, düşünsel düzlemde kalan veya yok edilen bazı gizemlerin açığa çıkmamalarına neden olmuş olabilir. Örneğin, Baez ile yaşanan kırılma noktalarını, Baez’in anlattığı kadarıyla biliyoruz. Baykal’ın metninde Dylan’ın ve arkadaşlarının Baez’le dalga geçip kadını ağlattıkları, Dylan’ın geçmişini bir gazetecinin ortaya çıkarmasıyla kopan fırtınalar ve bir ödül gecesinde yaptığı sansasyonel konuşma yok; kısacası bu araştırma Dylan’ın hayatına değil, müziğine odaklanıyor. Özel yaşamın detaylarını şarkıların izin verdiği ölçüde görebiliyoruz. Bu daha iyi; böylece Dylan’ın köklerinin uzandığı kaynaklara ve müziğinin katettiği yola daha net bir şekilde odaklanabiliyoruz.
Aslında Dylan’ın yaşamı I’m Not There filminde süper bir şekilde anlatılıyor. Woody Guthrie’nin faşistleri öldüren gitarıyla oradan oraya yolculuk yapan küçük çocuk, Rimbaud, eş, baba gibi birçok kimlikten sadece birinin gölgesi görülebiliyor. Uçucu bir varlığın ardında bıraktığı izler belli belirsiz, sadece şarkılar somut; şarkıların ötesinde her şey akışkan. Dylan’ın benimsediği herhangi bir fikir yok. Folk müziğine olan ilgisi nedeniyle başlarda folk müzisyeni ama en başından beri rock’n’roll yapmak istediğini söylüyor. 60’ların protest gençliği şarkılarını meydanlarda hoparlörlerden dinlerken, herhangi bir politik görüşünün olmadığını, anlık duyguları yakalayıp şarkılarına tıkıştırdığını anlatıyor. Bunu pek çok kez dile getiriyor. Ne yana çekilirse ters yana gidiyor; istediği gibi yaşamak, çalmak ve söylemek istiyor. Bunun ötesinde, tek istediği şey bu.
Dylan’ın Hristiyanlık temalı üç albümünde, bu üçlünün öncesinde ve sonrasında yaptığı albümlerde bu görüşünün hayata geçmiş biçimlerini görebiliriz. Düşüşe geçtiği 80’li yıllardan tekrar yükseldiği 90’lara, yaşanıp yaşanmadığı kimilerince şüpheli olan motosiklet kazasından Baez ve Susan’la yaşadıklarına kadar hayatındaki pek çok olay, birçok dönem şarkılarının biçimlerini, uzunluklarını, enstrümantal ağırlıklarını etkilemiştir. Eğer müziğe bir iş gibi yaklaşmış olsaydı, işi formülize edip aynı formatta albümler yapabilirdi. Geçmişin silik bir figürü olarak varlığını sürdürebilirdi ama Dylan’ın en gölgede kalmış albümünden en iyi albümüne kadar tüm albümleri iyidir. Dylan kendi kendini tekrar etse bile iyidir; zira Dylan’ın kendisi sürekli yenilenen, değişen bir kaynaktır. Bunu kendisi de dile getiriyor; şimdi beş yüz sayfayı tarayıp bulamayacağım ama şöyle bir şey söylüyor: “Kimseyi dinlemedim, bazı şeylerin yanlış olduğunu bile bile yaptım, bazen yanlış yapmak doğrudur.” Uydurdum ama onun sözlerine benzediği kesin. Burnunun dikine gittiği için sahnede rezilliğe varan performanslar sergilemiş, binlerce insana tek bir ağızdan şarkılar da söyletmiş Dylan. Hatta konserlerdeki şu çakmak, telefon ışığı olayı ilk kez bir Dylan konserinde yaşanmış. Bir balad, ışıklar sağa sola sallanıyor. Hangi şarkıyla başladı bu gelenek acaba, “Idiot Wind” mi? Yakışırdı. Dylan’ın en kişisel şarkılarından birini oluşturuyor; çok hüzünlü bir kopuşu anlatıyor, majör akorlarıyla minör duyguları taşıyor, öyle bir şey.
Baykal’ın kısa bir değerlendirmesi var başta; Dylan’ın müziğinin dört ana kaynağı olduğunu belirtiyor: Yankee, Southern Poor White, Cowboy ve Black. Göçmenlerin müziği günümüzde dinlediğimiz türleri yarattı. Kuzeylilerin şarkıları daha çok doğayla girişilen mücadeleyi, insanın doğa karşısındaki konumunu anlattı. Dylan, bu unsurları alıp kendi zamanının ruhuyla birleştirerek daha üst bir seviyeye taşıdı denebilir. Baykal, her bir albüm için ayrı bir bölüm oluşturmuş. Bu bölümlerde hem albümle, hem de albümün hazırlanışı sırasında Dylan’ın yaşadıkları ve düşündükleriyle ilgili röportajlar var. Bu röportajlardan bazıları, Dylan’ın geleneğin içinde yetiştiğini, zamanının müzisyenlerini pek dinlemediğini ve çocukluğundan beri Little Richard’a özendiğini belirtiyor. 1980’lere doğru elektronik müziğin ağırlıklı olarak kullanılmaya başlanmasından memnun değil; bunun doğallığı öldürdüğünü ifade ediyor.
Dylan’ın albümlerini kaydetme biçimi oldukça ilginç. Tek başına çalıp söylediği albümlerin dışında müzisyenleri stüdyoya topluyor, hemen hiç prova almadan şarkıları çalmaya başlıyor ve müzisyenlerin kendisine ayak uydurmalarını bekliyor. Genellikle kusursuz olarak çaldıkları ilk seferi kaydediyorlar ve üzerinde pek oynamadan albüme koyuyorlar. Bir albümdeki gülüşme seslerini hiç atmamışlar örneğin. “One More Cup of Coffee”nin ilk nakaratındaki arızayı da olduğu gibi bırakmış mesela Dylan. Tamamen analog, doğal bir sound -Baykal buna “seda” diyor; bence hoş bir karşılık ama yaygınlaşmadı, bu yüzden de tutmadı. Bu, Dylan’ı biraz zor bir adam yapıyor. Yapımcıların ve diğer müzisyenlerin isteklerine genellikle kulak tıkıyor, gerekirse sert tartışmalara giriyor ve bildiği yoldan sapmıyor.
Hayat hikâyesine ve albüm süreçlerine değinmeden birkaç ilginç hadiseyi aktararak bitireceğim. Araya bu kitapta yer almayan birkaç şeyi de katmak istiyorum:
- 1956’da liseden sınıf arkadaşlarıyla birlikte müzik yaparken okulun müdürü gelerek mikrofonunun fişini çekiyor. Baykal, okul müdürünün Dylan’ın ilk eleştirmeni olduğunu söylüyor; bu duruma güldüm. Sonradan garip aksanı, garip sesi ve garip stili yüzünden sıkça eleştirilecek olan Dylan’ın daha öğrencilik yıllarından şerbetlendiğini söyleyebiliriz. Dünyayı takmamaya o yıllarda başlamış aslında. Annesinin isteğiyle üniversiteye gidiyor ama okulu bitirmeden New York’a yollanıyor. Ailesiyle yaptığı pazarlıklar sonucunda yaşamından bir yıl “koparıyor”; eğer bir yıl içinde kayda değer bir başarı sağlayamazsa dönüp okulunu bitirecek ve Ortabatı’nın sıradan tiplerinden birine dönüşecek. Neyse ki, New York’ta tutunuyor; önce büyük saygı duyduğu Woody Guthrie’nin ailesiyle ahbaplık kuruyor, sonra büyük singer-songwriter’ın son zamanlarını yaşadığı hastaneye giderek idolüyle tanışıyor, hatta Guthrie şarkılarını Guthrie’ye çalıyor.
- Judy Collins ile birlikte takılmaları ve hayatını değiştiren Joan Baez ile tanışması da dikkat çekici. Baez, konserlerinde Dylan’ı sahneye çıkartarak kendisini göstermesini sağlıyor. Söylediğine göre, Dylan’ın ünlü biri haline geleceğini duyduğu zaman hiç inanmamış; bir garipmiş, sesi garipmiş, görünüşü garipmiş, büyük biri olacağına ihtimal vermemiş kısacası. Sonradan Dylan ve Baez’e yaptığı vefasızlıklar bini aşıyor.
- Donovan ile olan muhabbeti de ilginç. Donovan’a pek hoş davranmıyor, açıkçası. Adamı klozete atmaktan bahsediyor. İlginç bir şey daha; Donovan’dan bir şarkı çalmasını istiyor Dylan. Donovan çalmaya başlıyor; ortamdaki herkes kıkırdıyor çünkü şarkının bestesi, Dylan’ın bir şarkısının bestesiyle aynı. Dylan, besteyi nasıl yaptığını soruyor; Donovan, eski bir folk şarkısından esinlendiğini söylüyor ama şarkı Dylan’ın.
- Bir ara Grateful Dead’e girmek istiyor Dylan, kayışı kopardığı 80’li yılların sonlarında. Oylama yapılıyor ve grup Dylan’ı almıyor; neden alsınlar ki? Bu daha da garip bir durum.
- The Beatles’ın elemanlarıyla ve Eric Clapton, Mark Knopfler gibi diğer müzisyenlerle yaşadıkları da oldukça ilginç.
Bir dünya hikâye, röportaj ve yorum var kitapta; Dylan’ın şarkılarını sevenler için on numara bir kaynak.