Röportajlar ve İçerikleri Üzerine

Röportajları internet üzerinden rahatlıkla bulabilirsiniz; bu nedenle kitabı satın almanıza gerek yok. Eğer İngilizceniz iyiyse, Google en iyi arkadaşınız olacaktır. Aksi takdirde, sinir bozucu yazım hatalarıyla başa çıkmak zorunda kalabilirsiniz. Öyle ki, çevrilen bir cümlenin orijinal hali yan yana duruyor; bu durum, sanki 6:45’ten bir Philip K. Dick metni okuyormuşsunuz hissini verebilir. Nostaljik bir deneyim yaşamak isterseniz, bu tür içerikler mevcut.
Pleasants, Fante’ye çeşitli sorular yöneltiyor ve bu beş kasetlik röportaj oldukça ilgi çekici. Keşke daha fazla kaset olsaymış; gerçi Pleasants’ın kaydettiği kasetler bittiğinde Fante destek çıkarıyor, ama bu yeterli olmuyor. Fante’nin senaryo yazarlığı dönemine dair anlatacağı çok şey var gibi görünüyor, ancak yer kısıtlaması nedeniyle bu anekdotlar tam anlamıyla açığa çıkamıyor. Yine de, Coppola’dan Fitzgerald’a, Faulkner’dan pek çok başka isme kadar birçok konuda bilgi ediniyorsunuz. Aralarda, Fante’nin yazın anlayışına dair ilginç bilgilerle karşılaşıyor; ailevi geçmişi hakkında verdiği detaylar, romanlarının izleklerini anlamamıza yardımcı oluyor.
Fante’nin ailesi, İtalya’dan göç etmiş; Katolik geleneklerinden babasının disiplinine ve başına buyrukluğuna dair bölümler dikkat çekici. Fante’nin anlatıları genellikle kendi yaşamından besleniyor, bu nedenle verdiği her bir detayın peşine düşebilmek mümkün. Yazar olmaya çalışan bir genç ile babasının peşinden duvar örmeye çalışan gencin izleri, Fante’nin metinlerinde kalıyor. Fante, bu adımları “arayı doldurmak” olarak değerlendiriyor; metnini kaleme alırken araları doldurmaktan başka bir şey yapmadığını ifade ediyor. Yazdığı metinler, onun ruh haline ve ilhamına göre şekilleniyor. Bir çalışma planı yok; eğer metin kendini yazdırırsa oturup sayfalarca yazıyor, ardından masadan kalkıyor. Görme problemleri başladığında eşi Joyce Fante ona yardımcı oluyor, ama onun dışında geçmişini kendi başına inşa etmekten vazgeçmiyor, bildiklerini yazmayı tercih ediyor.
Fante, kendisinden yola çıkmadığı metinler yazmaya çalıştığını ama bunu başaramadığını belirtiyor. Kurmacanın farklı atmosferleri pek ilgisini çekmiyor; yaşadığı şeyler, onun döneminin tam karşılığı olduğu için Bandini’yi veya ikinci bir anlatıcıyı kullanmak zorunda kalıyor. Fante’nin bilinçli tercihi, farklı anlatıları bir araya getirerek kronolojik bir çizgi oluşturmak; tek bir yaşamın kurgusu yeterince ağır olduğundan başka yaşamlara eğilmiyor. Bunun yanı sıra, öfke veya nefretle yazmadığını; bu tür duygularla kaleme aldığı seksen sayfalık metinleri çöpe attığını da söylüyor. Fante’ye göre, bir metin için belirli bir ruh halini sürdürebilmek zor, ama bu şekilde yazılan iyi metinler olduğunu da ekliyor.
Röportajların 70’lerin sonlarına yapıldığını belirtmekte fayda var; son kayıt ise 1981’den, Fante’nin ölümünden kısa bir süre öncesine dayanıyor. İlk kayıtta, Bukowski’den bahsediliyor; Pleasants, Bukowski’nin Fante’nin metinlerini çok sevdiğini ve eserlerinde ona yer verdiğini aktarıyor. İlginç bir şekilde, Fante’nin Bukowski’den haberi yok. Bukowski, Fante’ye “Tanrı” muamelesi yapıyor ve birden fazla romanında “ustasını” onurlandırıyor. Pleasants’a göre, Bukowski, Fante’nin anlatıyı kısa bölümlere ayırma tekniğini ve gerçek yaşamdan derlenen yapısını ondan alıyor; gerçi bunu Bukowski’nin kendisi de söylüyordu.
Fante, bu tekniği kullanarak çok daha kolay yazabildiğini ifade ediyor. Bu noktada, Onur Çalı’nın Parşömen Fanzin’de gerçekleştirdiği bir anketten bahsetmek istiyorum. Sağ olsun, incelik gösterip soruları bana yollamıştı. Şöyle bir cevap vermiştim: “Şiir ve öykü dışındaki bir türe nefesim yetmiyor. Zihnim genellikle darmadağın, şeyleri bir arada tutamıyorum.” Bu noktada Fante’nin de söylediği bir şey var: “Geçmişim, tarihim bölük pörçük çünkü çok bölündüm hayatım boyunca şeyler arasında.” (s. 28) Belki Fante’nin anlatım tekniğini fazla özümsemişimdir; beş yıl kadar önce, Zonguldak’tayken arka arkaya birkaç metnini okumuştum, okumaktan başka bir işim yoktu. Sonuç olarak, adam parça parça yazıyor ne yazacaksa; bu da onun tarzı.
Toza Sor ve sonraki metinlerle ilgili birçok detayın konuşulduğu röportajda, Fante’nin 1930’ların başında senaryo yazarlığı yapmaya başladığı bilgisi geçiyor. Yirmi yaşında Denver’dan Hollywood’a geçiyor ve sonrasında hayatı tamamen yazarlık üzerine şekilleniyor. Romanlarını daha sonra yazmaya başlıyor ve Toza Sor ile ilgili ilginç bir durum söz konusu. Stackpole & Sons, kitabın haklarını satın alıyor ve ilk baskı ses getiriyor; ancak ikinci baskıdan sonra Hitler’in Kavgam‘ını basıyorlar ve Hitler bununla ilgili hiçbir şeyden haberdar değil. Yasal olarak bir sorun yok; zira kitabın haklarını almışlar ama Hitler dava açıyor ve kazanıyor. Yayınevi zor durumda kalıyor ve Fante’nin kitabı ortadan kayboluyor, yeni baskı yapılmıyor.
Savaş öncesinde Hitler’in ABD mahkemelerinde açtığı davayı kazanması oldukça ilginç değil mi? İlk kitabından sonra, Fante birkaç yıl golf oynayıp kitap okuyor; bir romandan diğerine geçerek yazmaya çalışıyor, fakat kendi ifadesiyle bu dönem “heba” oluyor. O sırada Orson Welles için çalışıyor, yazdığı bir senaryo Welles’in çekeceği bir filmde kullanılacakken, Welles Brezilya’da bir otelden aşağı işiyor ve tutuklanıyor, neticede film projesi rafa kaldırılıyor. Fante, birçok açıdan şanssız bir adam gibi görünüyor ama hayatındaki bazı hoş tesadüfler durumu dengelemeye çalışıyor.
Pleasants, Fante’nin bir kitabını Ferlinghetti’ye okuttuğundan bahsediyor. Ferlinghetti, Céline’i yayınlayan ilk yayıncılardan biri ve Pound’un bazı metinlerini de ilk yayımlayan kişi. Yayınevi geçmişi oldukça ilginç; bu noktada Fante’nin birçok önemli yazara duyduğu hayranlığı da anmak gerek.
Fante, Hamsun’u ve Sherwood Anderson’ı seviyor; hatta yalınlığını Anderson’a borçlu olduğunu ifade ediyor. Hamsun’un faşizm yanlılığı üzerine de bir tartışma yürütülüyor, ama bu konuyu geçelim. Sansür dönemlerinde Fante’nin bir metninin kaybolması oldukça üzücü. Her ne kadar Fante sansürden etkilenmediğini söylese de, elle yazdığı bir metni Viking Press’e, Pat Covici’ye gönderiyor. Covici, metni basamayacağını ve başının derde gireceğini belirtince, Fante metni iade etmelerini istemiyor. Covici’nin vefat etmesi sonrası Fante, yayıneviyle iletişime geçtiğinde metninin kaybolduğunu öğreniyor; bu durum oldukça sinir bozucu.
O zamana kadar herhangi bir sorun çıkmamasının nedeni, Fante’nin uyguladığı otosansür olabilir. Yazdığı şeylerden çok, yazmadığı şeyler üzerine düşündüğü anlaşılıyor. Annesi ile babası arasındaki çatışmalı ve gizli şiddet dolu ilişkisini eserlerinde yeterince işlememiş. Bernhard’ın, “Bir yazarı yazdıklarından çok yazmadıklarından tanıyabiliriz,” dediğini hatırlıyorum. Fante’nin önemli bir parçası kayıp; röportajlarda bazı konuları geçiştirdiği hissediliyor. Barış Yarsel’in verdiği bilgilere dayanarak, Fante’nin zamanında ciddi bir kaza geçirdiğini ve yayınevinden büyük bir avans kopardığını belirtiyor; Steinbeck kadar sıkı bir yazar olacağını söyleyerek milleti gazlıyor ve parayı alıyor. Fante, bu olayı röportajlarda pek dile getirmiyor; sadece avans aldığını söyleyip geçiştiriyor.
Fante, geçinebileceği kadar para kazanmış; hatta zaman zaman harcama yapmaktan çekinmemiş. Bu nedenle senaryo yazarlığına 1950’lere kadar devam etmiş. Senaryo yazarlığı sırasında tanıştığı birçok insanın hikayelerini de aktardığı bölümler oldukça merak uyandırıcı. Fitzgerald ve Faulkner ile ilgili bölümler dikkat çekici; ayrıca Maxwell Perkins’i anlattığı kısım da oldukça ilginç. Perkins, Thomas Wolfe’un editörü olarak tanınıyor. Fante, Saul Bellow’u pek sevmediğini, Camus’yu çok sevdiğini ve William Saroyan’ın metinlerini başkalarına yazdırdığını vurguluyor. Pleasants, röportajın son kasetinin kırıldığını ve doğru olanı yaptığını ifade ederken, Fante’nin ne söylediğini asla bilemeyeceğiz.
Sonuç olarak, Fante’yi sevenler için kaçırılmaması gereken bir röportaj derlemesi ortaya çıkıyor. Gerçekten de oldukça hoş bir çalışma.

















